İçimde uzaktaki babamı
yeniden yitiriyormuşum gibi bir acı vardı.
Acıya alışılmıyor.
Oldukça erken karşılaştığım bu acıyla başa çıkmayı
öğrenmem de kolay olmadı. Her yeni acı artık geçmişte kaldığı
sanılan eski acıları yeniden dağlıyor.
İnsanın yaşam
karşısındaki ilk gerçek sınavı belki de ölüm acısıyla
tanıştığı gündür.
Bildikleri, öğrendikleri,
yaşama dair ne varsa bir anda anlamını yitirir.
Sonsuz ve korkunç bir
karanlıkla karşı karşıya kalır.
Sonra alevler sarar her
yanı, bedenini yakar, beynini kemirir, geleceği zihninden siler.
Oysa unutması gereken
ölümdür, yaşamı yeniden kucaklayabilmek için.
Ne kadar olacağı, bir
gün mü bir hafta mı aylar mı, bilinmeyen bir zamanın ardından
doğanın ve insanın sıcaklığının güzellikleri onu yeniden
yakalamaya başlar.
Alevler yatışır,
hatırladıkça yüreğine batacak ince bir sızıya dönüşür.
İçimde babamı yeniden
yitiriyormuşum gibi bir acı vardı.
Bugün babamı yeniden
yitirdim.
....
Ekim 2012'de DergiSANAT'ta
(1) yer alan bir yazıda çocukluğumdan başlayarak yalnızca
kitaplarından tanıdığım büyük bir dosta duyduğum hayranlığı
anlatmaya çalışmıştım. 'Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana',
'Karıncanın Su İçtiği' ve 'Tan Yeri Horozları' kitaplarının
ardından, o sıralarda 'Çıplak Deniz Çıplak Ada' yayımlanmıştı:
"Yaşar Kemal 'Bir
Ada Hikayesi' dizisini tamamlamış. 'Çıplak Deniz Çıplak Ada'
kitapçılarda yerini almış."
Ne acı, bir daha
duyamayacağız içinde Yaşar Kemal'in adı geçen böyle bir
haberi.
Ne mutlu, ne çok haber
duyduk içinde Yaşar Kemal'in adı geçen, insan olmanın onurlu
ustasıyla bizi tanıştıran, yaşamayı öğretip sevdiren, "Bizim
işimiz dünyayı, insan gönlünü zenginleştirmek değil mi en
azından? Çanağında balın olsun, arısı Bağdat'tan gelir”
diyen.
....
'Bir Ada Hikayesi'
dizisiyle ilgili yazdığı bir yazıda (2) Semih Gümüş, Yaşar
Kemal'in zaman zaman dile getirdiği "Ben aslında tek bir
romanı yazdım" sözünün yazdıkları için yapılmış en
özlü yorum olduğunu söylüyor. Yaşar Kemal'in, bütün
romanlarında insanı, insanın doğasındaki evrensel özü,
başkaldırı, korku, sevinç gibi güdülerin varlığının onu
insanlaştıran cevherini anlattığını belirttiğini ekliyor.
Kitabın niçin yazıldığı sorusuna "İnsanın yurdu bildiği
topraklarından edilmesinin tarifsiz acısının ne olduğunu, bu
acının insanın ruhunu nasıl yaraladığını anlatmak için"
yanıtını veriyor. Yaşar Kemal'in yaklaşımını şöyle
anlatıyor:
"Yaşar Kemal roman
kişilerini hiçbir zaman tek boyutlu düşünmez. Onun insanları
iyi, kötü, öfkeli, korkak değildir yalnızca. En kısıtlı
insanın bile çok boyutlu bir ruhsal derinliği olduğu düşüncesine
bağlı olan Yaşar Kemal, kişilerini kendi ekseninde dönen bir
ayna gibi görür ve çevresinde döndükçe bambaşka yerleri parlar
kişilerin; bir yerde bazı özellikleri anlatılırken başka bir
yerde öncekiyle pekâlâ çelişen bambaşka özellikleri
gösterilir."
Aktardığı kısa bir
bölümün pek çok benzeriyle birlikte romanın özüne
yaklaştırdığını belirtiyor:
“İnsanların
bütün delilikleri, gaddarlıkları bu ölüm korkusu, bu yokoluş
yüzünden mi? Ne demişti Vasili, ölüm korkusundan kaçtım papaz
okulundan. Orada insanın üstüne dört yandan ölüm, karanlık
yağıyor, yoğun karanlık içinde eli ayağı çözülüyor, insan
ölümden ne kadar korkarsa o kadar da ölüm mü istiyor, yalan.”
....
Yaşar Kemal'in İnternet
sitesinde (3) tüm diğer bilgilerle birlikte artık "Türkiye'nin
evrensel yazarı Yaşar Kemal'i (1926 – 2015) kaybettik, acımız
derin" başlığıyla ölüm haberi de yer alıyor:
"Türkiye'nin en
büyük edebiyatçılarından olan yazarımız Yaşar Kemal,
zatürreye bağlı solunum yetmezliği rahatsızlığı nedeniyle
tedavi gördüğü İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi
Hastanesi'nde yapılan tüm müdahalelere rağmen yaşamını
yitirmiştir.
28 Şubat 2015 Cumartesi
günü saat 16.46'da vefat eden yazarımızı kaybetmenin derin
üzüntüsü içindeyiz.
Büyük usta kendi
deyimiyle benzettiği 'dünya denen binbir çiçekli bahçe'yi
terkederken, geride bıraktığı yapıtlarıyla bize her zaman yol
gösterecek ve kalbimizde yaşamaya devam edecektir."
Biyografisinde yazılmamış
bir tarihin izleri yansıyor:
"Asıl adı Kemal
Sadık Gökçeli.
Van Gölü’ne yakın
Ernis (bugün Günseli) köyünden olan ailesinin Birinci Dünya
Savaşı’ndaki Rus işgali yüzünden uzun bir göç süreci
sonunda yerleştiği Osmaniye’nin Kadirli ilçesine bağlı Hemite
köyünde 1926’da doğdu. Doğum yılı bazı biyografilerde 1923
olarak geçer.
Ortaokulu son sınıf
öğrencisiyken terk ettikten sonra ırgat kâtipliği, ırgatbaşılık,
öğretmen vekilliği, kütüphane memurluğu, traktör sürücülüğü,
çeltik tarlalarında kontrolörlük yaptı.
1940’lı yılların
başlarında Pertev Naili Boratav, Abidin Dino ve Arif Dino gibi sol
eğilimli sanatçı ve yazarlarla ilişki kurdu; 17 yaşındayken
siyasi nedenlerle ilk tutukluluk deneyimini yaşadı.
1943’te bir folklor
derlemesi olan ilk kitabı Ağıtlar’ı yayımladı.
Askerliğini yaptıktan
sonra 1946’da gittiği İstanbul’da Fransızlara ait Havagazı
Şirketi’nde gaz kontrol memuru olarak çalıştı.
1948’de Kadirli’ye
döndü, bir süre yine çeltik tarlalarında kontrolörlük, daha
sonra arzuhalcilik yaptı.
1950’de Komünizm
propagandası yaptığı iddiasıyla tutuklandı, Kozan cezaevinde
yattı.
1951’de salıverildikten
sonra İstanbul’a gitti, 1951-63 arasında Cumhuriyet gazetesinde
Yaşar Kemal imzası ile fıkra ve röportaj yazarı olarak çalıştı.
Bu arada 1952’de ilk
öykü kitabı Sarı Sıcak’ı, 1955’te ise bugüne dek kırktan
fazla dile çevrilen romanı İnce Memed’i yayımladı.
1962’de girdiği Türkiye
İşçi Partisi’nde genel yönetim kurulu üyeliği, merkez yürütme
kurulu üyeliği görevlerinde bulundu. Yazıları ve siyasi
etkinlikleri dolayısıyla birçok kez kovuşturmaya uğradı.
1967’de haftalık siyasi
dergi Ant’ın kurucuları arasında yer aldı.
1973’te Türkiye
Yazarlar Sendikası’nın kuruluşuna katıldı ve 1974-75 arasında
ilk genel başkanlığını üstlendi.
1988’de kurulan PEN
Yazarlar Derneği’nin de ilk başkanı oldu.
1995’te Der Spiegel’deki
bir yazısı nedeniyle İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde
yargılandı, aklandı. Aynı yıl bu kez Index on Censorhip’teki
yazısı nedeniyle 1 yıl 8 ay hapis cezasına mahkûm edildiyse de
cezası ertelendi."
Bıraktığı izler şu
cümlelerle tanıtılmaya çalışılıyor:
"Şaşırtıcı
imgelemi, insan ruhunun derinliklerini kavrayışı, anlatımının
şiirselliğiyle yalnızca Türk romanının değil dünya
edebiyatının da önde gelen isimlerinden biri olan Yaşar Kemal’in
yapıtları kırkı aşkın dile çevrilmiştir. Yaşar Kemal,
Türkiye’de aldığı çok sayıda ödülün yanı sıra
yurtdışında aralarında Uluslararası Cino del Duca ödülü,
Légion d’Honneur nişanı Commandeur payesi, Fransız Kültür
Bakanlığı Commandeur des Arts et des Lettres nişanı, Premi
Internacional Catalunya, Fransa Cumhuriyeti tarafından Légion
d’Honneur Grand Officier rütbesi, Alman Kitapçılar Birliği
Frankfurt Kitap Fuarı Barış Ödülü’nün de bulunduğu yirmiyi
aşkın ödül, ikisi yurtdışında beşi Türkiye’de olmak üzere,
yedi fahri doktorluk payesi aldı."
Fethi Naci'yle
söyleşisinde Yaşar Kemal'den önemli izler yansıyor:
"Yeni bir yaratım,
ister şiir, ister hikaye, ister roman dili olsun zor. Hele roman
dili, bin beter. Neden ki derseniz, bizim roman geleneğimiz yeni.
Bizim kuşaktan önce de belirli bir roman diline ulaşmış kişi az
ya da hiç yok. Kırık dökük bir şeyler ya da. O zaman halkın
konuştuğu dili, sözlü edebiyatını kaynak almaktan başka hiçbir
umar yok."
"Anadolu'nun dili çok
zengin bir dil. Büyük de bir sözlü edebiyatı var. Destanları,
türküleri, ağıtları, masalları, tekerlemeleri var. Ben
gençliğimde bir folklor meraklısıydım. Bir destan
anlatıcısıydım. Sözlü edebiyatta bile her kişilik, yani şair,
anlatıcı, kendisine başka yeni bir dil yaratmıştır."
"Bir kişi bir romanı
yaratırken, önce dili yaratmak zorundaydı. Bu dil halkın dili
olmazdı, destan, masal, şiir dili de olmazdı. Yazılı anlatım
bambaşkaydı. Sözlü anlatımın geleneği, olanakları başka,
yazılı anlatımınki bambaşkaydı."
"Bir yazarın yazdığı
her romanın dili aynı olursa işin içinde bir yanlışlık var
demektir."
"Ben, her romanını
aynı anlatımla anlatan romancının romancılığına inanamam.
Yeni bir dil yaratılmadan da, yani roman dili, şiir dili, doğru
dürüst bir roman, şiir yaratılamaz. Yeni bir renk, çizgi dili de
yaratılmadan doğru dürüst bir resim yaratılamaz."
" Gelenekten
yararlanmamış bir yazar, bir müzikçi, bir ressam var mı? James
Joyce bile gelenekten yararlanmış başlıca kişilerden biridir,
diye yazıyor eleştirmenler, büyük bilim adamları."
"Bilimde ve sanatta
atlamalar yoktur. En son yaratış, zincirin son halkasıdır."
"Benim yeryüzünde
akrabalarım var: Stendhal, Çehov gibi. Benim epik anlayışım
onlara yakın. Özellikle Stendhal’a. Yereli anlamak, yerel dilden
roman dili yaratmak, çağın gelmişini geçmişini özümsemek,
anlamak... Ve yeni bir sanat biçimine, diline, içeriğine ulaşmak."
"Herkesin bir
Çukurovası vardır. Kafka’nın da, Dostoyevski'nin, tekmil büyük
ustaların da... Kimse gökten düşmedi. Yalnız öykünücü o
tuhaf yaratıkların Çukurovaları yoktur. Onları bu yeryüzüne
Anka getirmiştir, nereden getirmişse."
"Bir tek insanın
macerasını anlatırken, onu gökyüzüne yerleştiremeyiz ki. Bir
toprak üstündedir, birtakım ilişkiler içindedir, bir sosyal
düzeni yaşamakta, bir yerel kültürü içermektedir."
"Her çağın bir mit
yaratma biçimi var. Eski Mısırda başka mitler var. Sümerlerde,
Asurlarda, Hıristiyanlarda, Müslümanlarda, kuzeyde, güneyde mit
yaratma biçimleri hep değişiyor. Benim savım şu ki, kıyamete
kadar insanlar mit dünyaları, düş dünyaları yaratarak o
dünyalara sığınacaklardır. Bir karanlıktan gelip başka bir
karanlığa karışırken, insanlar ne yapabilirler dersiniz?"
"İnsanoğlu düş
gördükçe insandır. Düş görmeye, düş dünyaları yaratmaya
bayılıyoruz. Mutluluğumuz düş dünyaları yaratmaktır. Aşk
dediğimiz ulvi yücelme bir düş, bir mit değil mi? Kahramanlık
da öyle değil mi? Öyle değilse Don Kişot yüzyıllardır
kitaplığımızda ne arıyor?"
"Kendimi azıcık bir
yazar sayıyorsam, insan gerçeğine bilinçli olaraktan miti, düşü
getirdiğimdendir. İnsanlar, sıkıştıkça kendilerine bir düş,
bir mit dünyası yaratıp oraya sığınırlar."
"Bir daldaki bir
çiçeğin öbürüne benzemediğini, bir çimenlikte hiçbir
yaprağın, bir köredeki hiçbir karıncanın, bir pınarın,
Toroslardan ovaya inen Savrun Çayı gibi birçok çayın hiçbirinin
biribirine benzemediğini gözlemledim. Bunların hepsini de Savrun
Çayından öğrendim."
Yaşar Kemal, UNESCO’nun
Courier dergisinde astrofizikçi Hubert Reeves’le yapılmış bir
konuşmayı okurken gözüne çarpan satırlardan uzun bir alıntı
yapmış, doğadaki çeşitliliğin kaynağını aramış:
"Doğa iki işle aynı
anda uğraşmaktadır. Bir yanda işleri organize edip yasalar
koyarak düzeni sağlar, öte yanda düzenin sıkıcı tekdüzeliğini
kırarak, belirsizliğe ve deterministik olmayan olgulara, yeni
sapmalara olanak tanır.”
"Son soluğuna kadar
doğayı, insanları, ilişkileri son soluğuna kadar, mümkünse,
yaşayabilmek, zenginleşmek dünyayla, evrenle. Doğa maceramı
zenginleştirerek, benzemezliklerin gizine varmak."
"Gençliğimde doğada
biribirine benzer iki öğe arıyor, bir türlü bulamıyordum. Meğer
o altıgen kar tanecikleri bile biribirlerine hiç benzemiyorlarmış.
Doğa çok çok zengin. Yazarlar da doğaya yardım etmeli, doğayla
birlikte insanları zenginleştirmeli."
"İnsanın içindeki
eşitlik, adalet, özgürlük duygusu var oldukça" insanoğlunun
çabalarını sürdüreceğini vurguluyor:
"Bilimsel sosyalizm
düşüncesini, dünyayı, doğayı, insan ilişkilerini öğrendikçe,
daha çok doğayla, insanla, kitapla zenginleştikçe daha iyi
anlıyorum ve insanoğlunun başka bir umarı olmadığına daha çok
inanıyorum."
....
Kuşkusuz Yaşar Kemal
yaşarken de kitaplarında yaşıyordu. Kitaplarıyla milyonlarca
kişiyle ilişki kuruyor, yaşamanın, insan sıcaklığının, daha
güzel bir dünya özleminin anlaşılmasını, paylaşılmasını
sağlıyordu.
Aydınlık yüreğinden
gelen sözleri ışıklı izler taşımayı bundan sonra da
sürdürecek.
2. Semih Gümüş,
Bir Ada Hikayesi nasıl okunmalı?,
http://www.radikal.com.tr/kitap/bir_ada_hikayesi_nasil_okunmali-1102025
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder