31 Mart 2019 Pazar

Çocuklar ve Seçmenler


İnsanlardan umudu kestiğim zamanlar oluyor. Bu acı düşünce yazdıklarıma da yansıyabiliyor. (1) Ama çocuklardan hiç vazgeçmedim. Çoğu kez en az büyükler kadar bencil de olsalar, benim doğrularımı beğenmeyip ayrı bir dünyada yaşasalar da, kara bulutların ardına saklanan güneşin neredeyse gökyüzünü terk ettiği, en küçük bir ışığın sızmadığı, tüm yolların kapanıp geçilebilecek en ince patikaların da silindiği günlerde bile içimi yaşama sevinciyle doldurabiliyorlar. Zor bir yılın ardından yine belirsizliklerle dolu aylara hazırlandığımız bir dönemde "Çocukların bu karanlık dönemin geride kalmasına katkısı olur mu?" diye düşündüm. Dünyanın erkek egemenliğine girdiği günlerden beri yaşanan zorunlu acıların sonunu getirmek için kadınlara ve onların yumuşaklığını benimseyen erkeklere destek olarak. (2) Geleceğe ilişkin en doğru kararları aldığını öne süren sakallı, bıyıklı, temiz tıraşlı, genç, yaşlı, takım elbiseli ya da kendi giyim tarzını dayatan koca adamlar yüreklerini sağırlaştırıp yalnızca güce, kendi doğrularını benimsetmeye ve çıkarlarını sonsuza dek korumaya odaklanmışken, çocukları "Baba ne oluyor, ne yapıyorsun, dur artık!" diye haykırabilirler mi? Haykırsalar seslerini duyan olur mu? Yoksa sert bir tokatla "Sen de ölen, sakat kalan genç direnişçilerden biri mi olacaksın yoksa?" sorusuyla susturulurlar mı?

....

Epey zaman önce BBC Dünya Haberleri kanalında bir çocuk kitapları yazarıyla yapılan söyleşiye rastlamıştım. Ne Hardtalk programını yapan Sarah Montague, ne de Jacquiline Wilson tanıdığım kişiler değildi. Ama Wilson'ın "Böyle davranmalısınız demek için yazmıyorum, yalnızca benim karakterlerim böyle yapıyor diyorum" sözü dikkatimi çekmişti. Bilginin yabancılaştığı, yalnız eğitim sistemi ve çocukların geleceğiyle (3) değil tüm iletişim kanallarıyla acımasızca oynandığı koşullarda bu yaklaşımın önemli olduğunu düşünmüştüm.

Konuşmayı duyduğum sırada bilmiyordum, Türkçe'de epey Jacquiline Wilson kitabı yayımlanmış. "Hepimiz Birimiz İçin", "Kardeşimle Başım Dertte", "Bay Havalı", "Kızlar Aşık Oluyor", "Anneme Neler Oluyor?" ve "Dinozorun Beslenme Çantası" başlıklarına rastladım. (4) Yazarın bir de hoş İnternet sitesi var. Çocuklar burada üye olup kendi odalarına girebiliyor, yazarın kendisinden özel bir mesaj alabiliyor, yeni kitapları gönderilen bültenlerle öğrenebiliyorlar. (5) Şu anda sitede Wilson'ın yıl sonu mesajı var. Bu yıl gecikmiş olduğunu, Noel armağanlarını henüz almadığını, tek bir Noel kartı bile yazmadığını, ağacını alıp süslemediğini, börek ve Noel pudingini yapmadığını söylüyor. Yeni kitabı için yoğun bir çalışmanın içindeymiş. Kahramanı Opal zor bir dönemden geçiyormuş. "Umarım onun için mutlu bir son yazmayı başarabilirim" diyor. Sabahları elle yazdığını, öğleden sonra da biraz değiştirerek daktilo ettiğini belirtiyor. Yazdığı ilk bölümleri ne tür bir kapak tasarlayacağını düşünmeye başlaması için Nick Sharrat'a gönderiyormuş. Galeri bölümünde onun hazırladığı kitap kapakları görülebiliyor. Siteye üye olan çocuklar da Jacqueline'in kitapları için tasarladıkları kitap kapaklarını yükleyebiliyor. (6)

Kuşkusuz Türkiye'de de bu tür çalışmaları yapabilecek, düşünüp üretebilecek çocuklar var. Ne yazık ki eğitimle ilgili politikalar bunların sayısını artırmayı amaçlamıyor. Belki de tam tersini yapıp olan ışıkları bile söndürmeye, davranışları kontrol etmeye, herkesi kendine benzetmeye, yaşamdan soğutmaya, sorgulamadan itaat etmeyi öğretmeye çalışıyor. Geleceği biçimlendirmek için atılan adımlar umut vermiyor. Özgür düşüncenin önü açılmadıkça eğitime yapılan tüm yatırımların boşa gittiği, gideceği görmezden geliniyor.

Kemal İnal eğitim sistemindeki başarısızlığı dört temel nedene bağlıyor. (7)

İlk olarak bilgi, yetenek ve beceri sahibi, çok iyi yetişmiş uzman kadroların son dönemlerde MEB merkez ve taşra teşkilatından sürüldüğünü söylüyor. Neredeyse tüm okulların müdür ve yardımcıları eğitim bilimleri, pedagoji, psikoloji, sosyoloji ve antropoloji konusunda bilgisiz kişilerden seçilmiş. Eğitime geleneksel açıdan bakan ilahiyat temelli bu yapıyla eğitim sistemi, artık partizanlık, patronaj, hemşerilik, tarikatçılık gibi ayrımlar üzerinden temellendirilmeye ve işletilmeye başlanmış. Eğitim-Sen gibi sendikalar, MEB merkez ve çevre örgütlerinde kalitesizleşme sonucu oluşan çarpık işgücü istihdam politikalarına dikkat çeken araştırmalar, raporlar ve eylemlerle kamuoyunda farkındalık çalışmaları gerçekleştirmiş. MEB, bu tür çalışmaları ideolojik olarak etiketleyip kulak ardı etmiş, suçlamış.

İkinci neden olarak laik, demokratik ve bilimsel eğitimin bu dönemde hiç olmadığı kadar geriletildiğini gösteriyor. Kuran kurslarının aşırı artışı, orta düzeydeki imam hatip okullarının açılışı ve zorunlu din dersinin yanı sıra seçmeli üç din dersinin daha müfredata konulması sonucu öğrencilerin mistik bilgilere yönlendirildiğini, derslerde bilimsel evrim teorisinden bahsetmenin artık kahramanlık gerektirdiğini söylüyor. Bu teoriden bahseden öğretmenler ya veliler ve okul yönetimleri tarafından kınanmış, ya da MEB teşkilatı haklarında soruşturma açmış. Artık din eğitimi, en az fen eğitimi kadar prestijli olmuş.

Üçüncü başlığı “teknoloji fetişizmi”. F@TİH gibi projelerde ileri teknolojinin dersliklerde kullanımıyla eğitimde ilerleme sağlanacağı sanılmış. Oysa öğrencilere ücretsiz dağıtılmaya başlanan tablet bilgisayarlar, sınıflara yerleştirilen akıllı tahtalar gibi aletler gereken tutarlı bir eğitim içeriği olmayınca işe yaramamış. Teknoloji fetişizmiyle teknolojiden rasyonel biçimde yararlanma arasındaki fark anlaşılamadığı için başarısızlığın nereden kaynaklandığı da görülemiyormuş. İnal, ileri teknolojiyi kullanacak olan öğretmenlerin ağır çalışma koşullarının düzeltilmediği ve teknolojiyle demokratik ve bilimsel değerler aktarılmadığı sürece ilerleme sağlanamayacağını söylüyor.

Dördüncü bölümde “çarpık sınav mantığı” çelişkisini işliyor. Tüm eğitim sistemi, sınav mantığı üzerine her geçen sene daha güçlü biçimde temellendirilmiş, sınavlar eğitim sistemini esir almış. Öğrencinin ilgi ve yeteneklerini ortaya çıkarması gereken bu değerlendirme aracı, yalnızca iyi okullara girişin önündeki aşılması gereken engel olarak algılanmış. Sınav sayısı sürekli artırılırken dershane, etüt merkezi, okuma salonları gibi özel öğretim kuruluşlarının sayısı ikiye katlanmış. “İnsan olmak”, “ülkesine faydalı biri haline gelmek”, “insanlık için iyi şeyler yapmak” gibi değerlerden kimse bahsetmez olmuş.

....

Günümüzde iş yapmanın tüm biçimleri gibi eğitimin de değişmesi kaçınılmaz. Yaşamımız her an hızlanırken "Işık Patlamaları" ayrı bir önem kazanıyor. Binlerce yıl karanlıkta yaşayan insanlar ateşle aydınlandıklarında, eskiden el yazmaları ve duman işaretleriyle iletilen bilgiler matbaa ve elektrikten yararlanarak iletildiğinde başlamış değişim sürecinin yeni bir aşamasına girildi. Işık hızıyla haberleşen bir dünyada yaşamanın yeniden tanımlanması gerekiyor. (8) Işıktan düşen notlar şu anda İnternet dünyasında dolaşıyor, kimi yayılıp büyüyor, kimi sessizleşip siliniyor. Suya düşen taşın yarattığı dalgaların sönmesi kaçınılmazdır. Düşünceler de bu modelin dışında değildir. Bireyin kafasında dönüp duran yansımalar yok oluyorlardı, sözcükler ve yazı onları kalıcı kılmıştı. Artık iletişimin yeni bir aşamasındayız. İronik olarak, kafamızdakilerle onları aktardığımız ortam arasındaki farklar azaldı. İkisi de suya yazılmış, her an silinebilecek yazılar olarak elektriğin dalgalarında buluştu.

İnternet olmasa İpek Paraşüt'ü (9) duyar mıydım, ne zaman duyardım, bilmiyorum. The Paris Review 1953'te kurulmuş ve sayfalarında Adrienne Rich, Philip Roth, V. S. Naipaul, T. Coraghessan Boyle, Mona Simpson, Edward P. Jones ve Rick Moody gibi günün önemli yazarlarına yer vermiş. Jack Kerouac'ın Meksikalı Kız öyküsünü 1955'te yayımlayarak onun çalışmalarını ilk fark edenlerden olmuş. John McPhee'nin en çok ilgi gören çalışmalarından İpek Paraşüt'ün adı burada yazarla yapılan bir söyleşide geçiyor. Kurgudışı edebiyattaki sanatsal yöne bir örnek olarak McPhee'nin işlediği konu ne olursa olsun buna özgün bir yaklaşımla baktığı söyleniyor. McPhee yazısına kişisel bir yan katıyor, onu konuyla ilgili yazmaya itenin ne olduğunu bir biçimde dile getiriyormuş, böylece her konu ipek bir paraşüt gibi açılıyormuş, yükseğe uçarak ve birdenbire renklere ve değişik biçimlerle bezenmiş olarak ortaya çıkıvererek.

Yaşamda da ince ayrıntılar düşünülerek hazırlanmış gizli paraşütler zamanı geldiği anda birdenbire açılıp gökyüzünde beliriveriyor, tüm dünyamızı kaplıyor.

Bu yeni koşullar olmasa yolsuzluk operasyonları böyle gündeme gelip yayılabilir miydi? Düşünüp gören insanlar kime (Hırsıza mı, yakalayana mı, ev sahibine mi, yoksa korkak bir karanlık içinde akrep gibi yaşayan dünyanın en tuhaf mahlukuna mı?) kızacaklarını bilemeden olup bitenlere yine çaresizlik içinde bakarlar mıydı? Serçe gibi telaşlı, midye gibi kapalı ve rahat yaşayıp seçim sandığı sürülerine hemen katılıveren kardeşlerini anlayabilirler miydi? (10) Peki bu şiir kime, ne anlatabilirdi? Akrebe mi, yoksa hüzünlü bir sessizliğe gömülüp kara kara düşünenlere mi bir mesaj verirdi?

Yaşamını barış içinde sürdürmek isteyen çoğunluk için bu olup bitenlerin anlamı ne? Filler tepişirken bir kez daha çimenler mi eziliyor?

Nasıl bir ülkede "Cinayette dokunmadılar yolsuzluk operasyonunda attılar" başlığı atılabilir? (11) Bunun yazılabilmesini basın özgürlüğünün bir göstergesi olarak görüp sevinmeli miyiz? Yoksa daha karanlık günlere hazırlananların şimdilik zararsız buldukları için sonucu etkilemeyecek bir haber diye ses çıkarmadıklarını mı düşünmeliyiz?

Hukukun, insan haklarının ve yasama yürütme yargı arasındaki kuvvetler ayrılığı dengesinin korunduğu, basının haber alabildiği ve verebildiği, seçmenlerin gelişmeleri öğrenerek gerektiğinde seslerini duyurabildiği bir yerde tüm bunlar yaşanabilir miydi?

Nasıl bir ülkede yolsuzluğu soruşturanlar hain ve düşman ilan edilir, kimin ne yapmış olduğu bir yana bırakılıp olayın çözümü seçim propagandalarıyla kazanılacak bir başarıya bağlanır? Bir oylama yapılıp yüzde doksan dokuzun desteğini alsa katil artık katil olmayacak mıdır? Seçim kazanan hırsızın çaldıkları artık soruşturulmamalı mıdır?

Nasıl bir ülkede "İstanbul’da Bakanların çocuklarının da aralarında bulunduğu 'yolsuzluk ve rüşvet' iddiaları ile ilgili operasyonun başlaması ile birlikte önce İstanbul Emniyeti'nde kar yumağı şeklinde başlayan süreç, adeta bir çığa dönüşerek Türkiye çapına ulaştı" (11) haberleri yapılırken utanç duyulmaz, üstelik tepki gösterenler engellenir?

Nasıl bir ülkede bu olaylar yaşanabilir, yolsuzluk güçler savaşında önemsenmeyecek küçük bir ayrıntı olarak görülerek unutturulmaya çalışılır, tüm söylenenlere kulak tıkanıp inanılmaz yorumlar yapılabilir?

Yaşamları tüm olanların dışında sürüp giden çimenlerin olup bitenden haberi yok. Bilseler, anlamaları kolay değil. Yazılanları, yorumları (12) okusalar bile işleri zor.

"Yolsuzluk operasyonu, bazen sadece bir yolsuzluk operasyonu değildir."

"Neye niyet, neye kısmet... Açıkçası bu satırların yazarı dahil 'Cemaat' merkezli gerginlikleri izleyen pek çok kişi, iktidar kanadındaki bazı önemli kişilere ait cinsel içerikli kasetlerin siyaset piyasasına sürülmesini bekliyorduk. Bunun yerine yolsuzluk iddialarına dayalı gözaltılar geldi."

"Aralarında 3 bakanın oğlunun da olduğu iddia edilen dünkü operasyonun böyle bir hakkaniyeti ortaya çıkarmak için yapıldığından çok emin değilim. Haa... Bu operasyon normal bir zamanda yapılmış olsaydı eğer, doğruluğundan şüphe duymak bir yana, emin olun "o operasyon sonuna kadar gitsin" diye elimden gelen desteği verirdim. Ama böyle bir zamanda... Emniyet ve yargı içinde konuşlu olduğu bilinen derin yapının, çetelerin mevcut hükümeti şantaj yaparak sindirmeye, diz çöktürtmeye çalıştığı bir dönemde yaptığı bu operasyon maalesef hiç inandırıcı gelmedi bana."

"Bu 37 kişinin içerisinde ne yazık ki hâlen babaları bakanlık görevinde olan isimler de var. İçişleri Bakanı Muammer Güler'in oğlu Barış Güler, Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan'ın oğlu Salih Kaan Çağlayan ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar'ın oğlu Abdullah Oğuz Bayraktar da ne yazık ki gözaltına alınanlar arasında bulunuyorlar. Bu kişiler gerçekten yolsuzluk ve rüşvet suçu işlemişlerse, elbette cezalarını çekmelidirler. Tabiatıyla genç ve iyi eğitilmiş insanımızın içine düştüğü bu durum çok üzücüdür. Lâkin ben en çok da bu oğulların babalarının durumuna üzülüyorum."

"Bir operasyon hükümete kadar uzanıyorsa bunu yapanlar ya çok çılgın olmalı ya da ellerinde şek ve şüphe götürmeyecek, inkâr edilemeyecek, tevil yapılamayacak netlikte belgeler bulunmalı. Zaten yargının görevi hukuka aykırı olan, yasaların suç saydığı, kriminal vakaların üzerine gitmek değil midir? Böyle konuların üzerine gitmemek, yargının bizzat kendisinin suç işlemesi anlamına gelir."

"Türkiye’de bir köşe yazarıysanız dünkü ‘Yolsuzluk operasyonu’nu es geçemezsiniz. Bu operasyona değinen yazınızı ise ‘Ak Parti iktidarı’ ve ‘Cemaat’ ya da ‘Hizmet’ sözcüklerini geçirmeden yazamazsınız. Öyle yaparsanız, Bizans kuşatıldığı sırada şehrin içinde ‘meleklerin cinsiyeti’ni tartışan bir piskopos ile aranızda pek bir fark kalmaz." Biz öyle yapmayalım. Farklı bir açıdan ‘konu’ya yaklaşmayı deneyelim. İngilizce bir söz vardır ‘Power corrupts’ diye; devamı da şöyledir: ‘Absolute powers corrupts absolutely.’ Türkçeye şöyle çevrilebilir: “İktidar bozar” ve “Mutlak iktidar mutlaka bozar.”

"Dün başlayan yolsuzluk operasyonları ile kentsel dönüşümün nihayet ekonomisini de konuşmaya başlıyoruz."

"Türkiye 17 Aralık sabahına bambaşka bir haberle uyandı. Tanınmış işadamları, bankacılar, siyasetçi ve siyaset bağlantılı birçok isim gözaltına alınmıştı. Aralarında son dönem parlayan inşaatçı Ali Ağaoğlu’dan İran Azerisi işadamı Reza Sarrab’a (Türk vatandaşlığına geçiş sonrası Rıza Sarraf), Halk Bankası Genel Müdürü Süleyman Aslan, İstanbul Fatih’in AK Partili Belediye Başkanı Mustafa Demir’in yanı sıra, üç bakanın çocuklarının da bulunduğu bildiriliyordu."

"Evet, Türkiye'de devlet iktidarını denetleme üzerine kurulu müthiş bir iktidar kavgası var. Bir tarafta seçilmiş meşru bir iktidar, diğer tarafta bu iktidarın alanını daraltmaya, mümkünse tasfiye etmeye yönelen bir irade.. Hemen her zayıf nokta, zaaf üzerinden, iktidar alanına yönelik müthiş ve sofistike bir saldırı organize ediliyor. Önce bir muhalefet dili oluşturuluyor. Kamuoyu algısı ciddi biçimde yönlendiriliyor. Ardından bu algıya yönelik operasyonlar servis ediliyor. Devlet iktidarını denetlemeye, bu denetleme kampanyasının önünde duranları tasfiye etmeye yönelik irade hiçbir şekilde Türkiye ile sınırlı değil. Sınırı aşan, çok yönlü, çok taraflı bir mücadele izliyoruz. Bu kanaat kişisel değil, toplumsal bir zemin bulmuş durumda."

"Öncelikle ilkeyi net ortaya koyalım: Yolsuzluğa bulaşmış olan babam da olsa, cezasını çeksin. Bu cümleyi kurmak, benim gibi hâlâ kirada oturan birisi için en rahatı ve en kolayı. Şimdi gelelim zor kısmına; yerel seçim sathı mailine girilmişken yapılan bu operasyonun perde arkasında başka siyasî-iktisadî motivasyonların olması ihtimaline..."

"Hukukun üstünlüğüne dayalı rejimlerin vatandaşları ayrıcalığa sahiptirler. Çünkü sabah karanlığı kapıları çalındığı zaman, gelenin sütçüden başka biri olamayacağını bilirler. Öyle bir rüyanın gerçekleştiğini görmek için kim bilir kaç yıllar bekleyeceğiz?"

"Fethullah Gülen cemaatiyle AKP hükümeti arasında 2007’de kurulmuş gibi gözüken ittifakta birçok kırılma noktasına tanık olmuştuk. Bunların ilk akla gelenleri ÇYDD Başkanı Prof. Türkan Saylan’ın evinin Ergenekon soruşturması kapsamında polis tarafından basılması (13 Nisan 2009); Mavi Marmara olayının (31 Mayıs 2010) ardından Gülen’in Wall Street Journal’a mülakat vererek İsrail yanlısı pozisyon alması; gazeteciler Ahmet Şık ile Nedim Şener’in Odatv soruşturması kapsamında tutuklanmaları (3 Mart 2011); Prof. Büşra Ersanlı ve yayıncı Ragıp Zarakolu’nun KCK soruşturması kapsamında tutuklanmaları (28 Ekim 2011) ve nihayet MİT Müsteşarı Hakan Fidan başta olmak üzere eski ve görevdeki bazı MİT yöneticilerinin PKK ile Oslo görüşmelerini yürüttükleri için özel yetkili savcı Sadrettin Sarıkaya tarafından ifadeye çağırılması (7 Şubat 2012)."

"Ankara toz duman dersek abartı olmaz. Dershanelerle başlayan gerginlik dün başlayan yolsuzluk operasyonu ile zirve yaptı."

"Demokratikleşme tarihini geriye doğru yazamazsınız. Önce 'hükümet medyası görmüyor, penguenler…' falan edebiyatına başladılar. Yurttan sesler korosu bu ezgiyi okurken, yandaş dedikleri televizyonlar bırakın haberi her bültende son dakika geçmeyi, operasyonların piyasalara etkisini konuşmaya başlamıştı bile."

Yolsuzluk operasyonu dünya basınında da yer almış. (13)

....

Tüketim toplumlarında galiba yalnızca deterjan ve diş macunu değil, düşünceler ve algılar da halkla ilişkiler çalışmalarıyla pazarlanıyor. Reklamlar öncelikle kadınları ve çocukları hedef alıyor. Tüm topluma yayılıp kök salmak, vazgeçilmez olmak istiyorlar. Marka değerinin yükselmesi üründen bile önemli oluyor. İnsanlar yolda görseler üzerine basıp geçecekleri bir kumaş parçasına yoksul bir ailenin aylık harcamasının üstünde paralar ödeyebiliyor.

Türkiye'de son dönemlerde ortalığın bu denli karışmasının nedeni güçler savaşında yeni bir aşamanın başlaması, yakında gerçekleşecek yerel ve genel seçimler. Güçlüler bu yüzden konumlarını korumak, yerlerini sağlamlaştırmak istiyorlar. Güçsüzlerinse hep güçsüz kalmaları için önlerini kesiyorlar, susturuyorlar, sindirmeye çalışıyorlar. Çoğunluğun oranların dışına çıkmamasını, hep izleyici kalmasını, yalnızca oy kullanarak bir sayının içinde kaybolmasını istiyorlar. "Özgürlük" diye haykıran kitlelerin ne dediğini umursamıyorlar. "Verdiğimiz kadar özgürlükle istediğimiz gibi yaşayacaksınız, kesin sesinizi!" diye azarlıyorlar.

Oysa özgürlüğün önünü kesmek sanıldığı kadar kolay değildir. Düşünüp kendi yolunu seçebilen kitleler oranların içine hapsedilemezler, en az su kadar güçlüdürler. Yollardan çağlayarak akarlar. Karşılarına çıkan kayaların çevresinden dolaşırlar, önleri alışveriş merkezi inşaatlarıyla kesildiği için geçemezlerse toprağın altına inerler, sabırla uzun bekleyişlere katlanırlar. Er ya da geç denize ulaşırlar.

....

Gelecek daha güzel olacaksa çocukların yorulmadan akan bir ırmak olmayı, denize kavuşmayı, deniz olmayı öğrenmesi gerek. Bu yüzden çocuklar için edebiyat çok önemli. İnsanı ve yaşamı, geçmişi ve geleceği bencil yaşlıların öfkeli yalanlarından değil, bilimin ve sanatın duru gerçekliğinden öğrenebilmeleri için.

Seçimler yaklaşıyor. Yıllarca cehaletin kör karanlığına itilmiş insanlar belki de son ve kesin yürüyüşlerine sessizce hazırlanıyorlardır. Kadınların ve onların yumuşaklığına saygı gösteren erkeklerin gizli güçlerini çocukları için kullanmayı düşünüyorlardır. Bunun "Geleceğimizi karartmayın!" diyen çocuklarını dinlemek için son şansları olabileceğini belki de anlamak üzeredirler.

Çocuklar, kadınlar ve erkekler, seçmenler, seçebilenler, seçemeyenler. Artık yaşama sahip çıkmanın yeni yollarını bulmalı, geleceklerini başkalarının eline bırakıp sessiz bir bekleyişe girmemelidirler. Ortak akıl, gücünü kendi çıkarlarını korumak için kullanan birkaç kişinin gerçek yüzünü çoktan görmüştür. Bu gerçeği demokrasi oyununun sayılarına yansıtması zor olmayacaktır.


1. Mehmet Arat, Doğanın En Büyük Yanlışı: İnsan, http://blog.milliyet.com.tr/doga-nin-en-buyuk-yanlisi--insan/Blog/?BlogNo=352989

2. Mehmet Arat, Kadınlar Nerde?, http://www.sanatlog.com/sanat/kadinlar-nerde/

3. Mehmet Arat, Bilginin yabancılaşması, http://blog.milliyet.com.tr/bilginin-yabancilasmasi/Blog/?BlogNo=356091

4. Jacqueline Wilson - arama sonuçları, http://www.kabalci.com.tr/index.php?p=Products&q=+Jacqueline+Wilson&search=1

5. My Room, http://www.jacquelinewilson.co.uk/myRoom.php

6. Your Work, http://www.jacquelinewilson.co.uk/gallery.php?g=2

7. Kemal İnal, Mesele sadece teknoloji değil, http://www.radikal.com.tr/radikal2/mesele_sadece_teknoloji_degil-1166059

8. Mehmet Arat, Işıktan Düşen Notlar, http://mehmetarat.blogspot.com/

9. John McPhee, The Art of Nonfiction No. 3, Interviewed by Peter Hessler, http://www.theparisreview.org/interviews/5997/the-art-of-nonfiction-no-3-john-mcphee , Spring 2010 No. 192

10. Nâzım Hikmet, Dünyanın En Tuhaf Mahluku, http://www.siir.gen.tr/siir/n/nazim_hikmet/dunyanin_en_tuhaf_mahluku.htm

11. Toygun Atilla, Cinayette dokunmadılar yolsuzluk operasyonunda attılar, http://www.hurriyet.com.tr/gundem/25407568.asp

12. 10 gazeteden 22 yazar yolsuzluk operasyonu hakkında ne yazdı?, http://t24.com.tr/haber/10-gazeteden-20-yazar-yolsuzluk-operasyonunu-yazdi/246349

13. Yolsuzluk Operasyonu Dünya Basınında, http://www.haber3.com/yolsuzluk-operasyonu-dunya-basininda-haberi-2374965h.htm

29 Mart 2019 Cuma

Görmeme Biçimleri


Görmek büyük bir mutluluktur. Işık yoksa yalnızca karanlık vardır. Doğanın ve insanın tüm güzel ayrıntıları silinir. Ölüm gibi bir sessizlik kalır. Bu acıyı yaşamayanlar gözlerinin değerini hiçbir zaman anlayamazlar. Masum insanları, bebekleri bile kör etmeyi göze alarak dört bir yanı biber gazına boğabilirler.

İyi ve doğru görebilmek için sağlam gözler gerekir. Ama yetmez. Gözler görmeyi istemeden, dönüp bakmadan, anlamaya çalışmadan, gerçeğe saygı duymadan işe yaramaz. Kendini kandırmanın, çoğu kez de başkalarını yönlendirmek için dünyayı işine geldiği gibi görmenin bir aracı olurlar.

Oysa isteyen yeterince ışık yokken bile dünyayı algılayabilir. Gerçeklere saygı duyar. Gösterilmeyeni anlamaya çalışır. Devlet denilen yapıda yer alanlarsa ancak kendilerine göre olması gerekeni görebilir. Diğer renklere gözleri kapalıdır. Bu konuda geçerli olabilecek Murphy yasaları (1, 2) yaşananların arkasındaki sert ve gizli yapıyla ilgili ipuçları verebilir.

Devlet yönetimi için temel Murphy yasası "Verilen bir yetkinin iyi kullanılması ancak gücün sıfırlanmasıyla olanaklıdır" şeklinde dile getirilebilir. Güç arttıkça denetim ve hesap verme yükümlülüğü azalır, başkalarının adına iş yapanlar yalnızca kendi çıkarlarını korur. Doğruluk, dürüstlük, hak, özgürlük, fırsat eşitliği gibi kavramlar bu katı yapıdan uzaklaştırılır. Böylece aşağıdaki kurallar geçerli olabilir.

- Bir kişinin devlette herhangi bir konuma yükselme olasılığı, o göreve uygunluğu ve yeterliliği arttıkça azalır.

- Bir devlet görevlisinin başarısı devlete katkılarıyla ölçülür, çoğunluğun değerlendirmesi seçim dönemleri dışında önemli değildir.

- Bir devlet görevlisinin doğru karar verme olasılığı yetkisi arttıkça düşer. Resmi bir açıklama çoğunluğun gerçek isteklerine uygunsa bunu yetkili olmayan kişiler yapmıştır ve uygulama değeri yoktur.

- Devlette gücü artan bir politikacının daha önce verdiği sözler doğrultusunda topluma yararlı işler yaparak insana değer vermesi, bırakılan bir taşın düşecek yerde bulutlara uçmasıyla aynı derecede olanaklıdır.

Politika, görme ve gösterme biçimlerinden çok yararlanır. Bir anlamda Unutma Biçimleri'nin bilimi olduğu, ya da unutturma üzerine kurulduğu söylenebilir. Görselliğin algıyı şaşırtma ve yönlendirme, belleği biçimlendirme etkilerinden fazlasıyla yararlanır.

Gezi Parkı yasaları bu temel önermelere dayanabilir. "Yöneticilerin sertliği, tepki göstermek için birleşenlerin barışçılığıyla orantılıdır" gibi. (2)

Devlete katkı, istenenleri sorgulamadan uygulamak olarak anlaşıldığında yapılan yanlışların görülmesi zorlaşır. Hukuku savunanlar uzak tutulur. Geçersiz gerekçelerle dışlanır. Yargının düşürüldüğü duruma dayanamayan Didem Yaylalı gibi genç hukukçular "Ben sizin yalan ve hilelerinizle baş edemedim, bu bana dert oldu. Ama ben de sizin önünüzde diz çökmedim. Bu da size dert olsun" diyerek yaşama veda edebilir. (3)

Ne demokratik haklarını kullanırken ölenler, ne hakları hiçe sayılarak dışlanıp etkisizleştirilenler görülür. Evlerinde zorlukla tutulan bir çoğunluk varken, doğanın bağrına hançer gibi saplansa da büyük zenginlikler getirecek çılgın projeler başlatılırken, çıkan birkaç aykırı sesin ne önemi olabilir ki?

Körleşen gözler kendinden olmayanı görmez, kendi dar görüşüne girmeyen acıları hissedemez.

....


İster söz, ister ses, ister görüntüye yaslansın, sanatın tüm dalları bir biçimde gerçekliği yansıtıyor. Daha doğrusu onun seçilmiş bir bölümünü, üstelik de dönüştürerek, değiştirerek, hatta çarpıtarak sunuyor. Bir açıdan bakınca yöneldiği gerçeği anlıyor, yorumluyor, açıklıyor, anlatıyor. Bir başka yorumla da anlamıyor, ya da bilerek anlamamış gibi yapıyor, çarpıtıyor, karmaşıklaştırıyor, anlaşılamaz bir duruma getiriyor. Bu anlamda "Görme Biçimleri" kendi içinde "Görmeme Biçimleri" taşıyor. Bir yanı gösterirken her yanı sise boğuyor, gerçeği onu anladığını sanan gözlerden saklıyor, üstelik de büyük bir neşeyle tadını çıkararak. Gözümüzle gördüğümüze daha kolay inanma eğiliminde olduğumuz için görsel sanatlarda bu etkinin önemi artıyor. Egemen düşüncelerin peşine takılmış kalabalık izler her yanı kaplıyor. Toplumsal çatışmalarla aşınıp yıpranan dış dünyayı anlamak, yorumlamak zorlaşıyor. Arayışlar içe dönüyor.

....

John Berger'in 'Görme Biçimleri' (4) yedi denemeden oluşuyor. Berger giriş notunda kitabı, aynı adla televizyonda yapılan dizi konuşmalarda geçen bazı görüşlerden yola çıkarak beş kişi hazırladıklarını söylüyor. Denemelerin istenen sırayla okunabileceğini, dördünde hem sözcüklerin hem imgelerin, üçünde yalnız imgelerin kullanıldığını belirtiyor. Yazılı olanlar gibi yalnız resimlerden oluşan ve kadınlara bakma biçimlerini ve yağlıboya resim geleneğinin çeşitli çelişik yanlarını inceleyen bu denemeler de okurun kafasında soru uyandırma amacıyla hazırlanmış.

Kitabın ilk bölümü sözcükler ve nesneler arasındaki uçurumla başlıyor.

"Görme konuşmadan önce gelmiştir. Çocuk konuşmaya başlamadan önce bakıp tanımayı öğrenir."

"Ne var ki başka bir anlamda da görme sözcüklerden önce gelmiştir. Bizi çevreleyen dünyada kendi yerimizi görerek bulunuruz. Bu dünyayı sözcüklerle anlatırız ama sözcükler dünyayla çevrelenmiş olmamızı hiçbir zaman değiştiremez. Her akşam güneşin batışını görürüz."

"Dünyanın güneşe arkasını dönmekte olduğunu biliriz. Ne var ki bu bilgi, bu açıklama gördüklerimize uymaz hiçbir zaman. Gerçeküstücü ressam Magritte 'Düşlerin Anahtarı' adlı resminde sözcüklerle nesneler arasında her zaman var olan bu uçurumu yorumlamıştır."

Yalnızca bu giriş ve kapakta da yer alan resim bile gerçek ve yalan, görünen ve saklı olan, açıklanan ve çarpıtılan, tanımlanan ve belirsizleştirilen gibi tartışmalarla ilgili ipuçları veriyor. Sözcüklerle anlatılan arasındaki ilişkiyi, yazıyla resim arasındakine benzetebiliriz. Sözcükler somut ya da soyut bir resim yapar. Bu resim tek değildir. Sözcükleri seçenin tasarladığı resim dinleyenlerin gözlerinde belirenden farklı olabilir. At resminin altında kapı yazısını görünce yanlış buluruz. Oysa bunun nedenini açıklamak kolay değildir. Bir başka dilde, ya da görünenin ötesinde verilecek anlamıyla at bilinmeyen boyutlara açılan bir kapı olabilir. Nesnelerden kavramlara geçtiğimizde iş karmaşıklaşır. Aynı resmin altına "özgürlük" yazdığımızda bu kez özgürlük kavramı at imgesiyle gelen çağrışımlarla birleşir, yeni ve değişken anlamlar kazanır. Günlük tartışmalarda kullanılan pek çok resim sözcüklerle eşleşir. Aynı konuda hangi resmin kullanılacağı ve aynı anlamdaki hangi sözcüğün seçileceği mesajın niteliğini belirleyebilir.

Görme konuşmadan önce olabilir ama düşünce de ancak sözcüklerden sonra anlamını bulabilmiştir. Gösterileni derinlemesine anlamak için arkasında saklı olanları görebilmek gerekir. Basit kavramlar ve yalanlar görsellikle bir ölçüde gösterilebilir. Karmaşık çarpıtmaları anlamak ve anlatmak aynı ölçüde kolay değildir.

....

Rıza Türmen bireysel yaşamın denetim altına alınmak istenmesiyle ilgili yazısında, otoriter ve totaliter yönetimleri ayıran en önemli ölçütün bireysel yaşamlar üzerinde iktidarın denetimi olduğunu söylüyor. Tutucu bir ahlak anlayışının topluma kabul ettirilmeye çalışıldığını, bu anlayışa uygun davranılmasını sağlamak için kadın bedeninin kontrolünü amaçlayan bir denetim mekanizması kurulduğunu söylüyor.

Ahlak adına alındığı söylenen önlemlerin gerçekten etik bir anlayışa dayandığını kabul etmek kolay değil. Kuşkusuz kadın bedeni ve cinsellikle ilgili, toplumsal yapıdan ve pazar ekonomisinden beslenen sorunlar var. Ama öğrenci evleriyle ilgili girişimler daha çok gençlerin özgürlük alanlarını biraz daha daraltmayı, sürekli gözetlendiklerini hissettirmeyi ve sessizleştirmeyi amaçlıyor. Günümüz ahlak anlayışı erkek cinselliğinin kışkırtılmasına, kadın cinselliğininse bastırılmasına dayanıyor. Erkekler için açık büfe cinsellik (6) hoş görülebiliyor. Kadınlarsa asılsız kuşkularla ahlaksızlıkla suçlanıp cezalandırılabiliyorlar. (7)

....

Cinsellikle ilgili sorunların büyüklüğü, kadını konu alan sanat yapıtlarına estetik değerlerle bakılabilmesini zorlaştırıyor. Öte yandan kadın cinayetleri, kadın bedeninin erkeğin cinsel gereksinmelerini karşılamak için pazara sürülen bir ürün olması gündem yaratmazken kız ve erkek öğrencilerin aynı evde kalmasının önlenmesi birdenbire yeni muhafazakar demokrat yapının öncelikli görevlerinden biri oluyor. (8)

Görsel malzemelerin arasında oldukça yaygın olan kadın bedeni görüntüleri pek de estetik kaygılarla kullanılmıyor. Cinsellik ve hazla ilgili duyguların erkek bakış açısından yansıtıldığı söylenebilir.

Haz ve estetik birlikte düşünülebilir mi? Berger'e göre görüntüde dokunma isteği uyandıracak bir doku varsa bu görsellik sanat değildir. Öte yandan yaşamın önemli dürtülerinden birinin haz olduğu düşünülünce, sanatta bunun da estetik bir yansımasının olması beklenmez mi? Kadının bedeninde yeni bir canın ortaya çıkmasından ve bir bebeği dünyaya getirmekten duyduğu mutluluk gibi, bu sürecin önemli bir parçası olan cinsellik de saygıyı hak etmiyor mu? Doğadan gelen içgüdülerin, cinselliğin, farklı yaşam deneyimlerinin toplumsal kurallarla değerlendirilmesi, yasalarla kontrol edilmesi ne ölçüde doğru olabilir? Kadınların ve erkeklerin ilişkilerinin kontrolünün katılaştırılmasının, pazarlanan kadın cinselliğinin piyasa değerinin yükselmesi ve her iki cinsin sorunlarının artması dışında bir etkisi olur mu?

Toplum kaynaklı cinsel sorunların büyüklüğü cinselliğin estetiğine ulaşmanın kolay olmadığını gösteriyor. Estetik düzeyi korumak için dokunma isteğinden uzak durmak bu koşullarda daha doğru olabilir. Öte yandan estetik güzelliği gözle ve kulakla algılamakla dokunarak, tadarak ve koklayarak algılamak, onu yaşamak arasında sanıldığı kadar büyük bir fark olmayabilir. Bugün 'seni uzaktan sevmek ne güzel' diyen sanat, yarın cinsel sorunlar geride kaldığında 'sana dokunmak, seninle tek bir bedene dönüşmek' kavramlarında estetik bir boyut yakalayabilir. Ama cinselliğin pazarlanmasının dışında kalmak için şimdilik dikkatli olması da gerekebilir.

....

John Berger imgeyi yeniden yaratılmış ya da yeniden üretilmiş görünüm olarak tanımlıyor. Bu anlamıyla tüm imgelerin insan yapısı olduğunu söylüyor. "İmge ilk kez ortaya çıktığı yerden ve zamandan -birkaç dakika ya da birkaç yüzyıl için- kopmuş ve saklanmış bir görünüm ya da görünümler düzenidir. Her imgede bir görme biçimi yatar" diyor. Bunun sanıldığı gibi mekanik kayıtlar olmayan fotoğraflarda bile geçerli olduğunu, fotoğrafçının sınırsız görünüm olanakları arasından o görünümü seçtiğini ekliyor. Eskiden kalan kutsal kalıt ya da metinlerin hiçbirinin o zamanlarda yaşayan insanların dünyasının, imgeler ölçüsünde doğrudan kanıtları olmadığı savını getirerek "imgeler, edebiyattan daha kesin, daha zengindir" diyor. İnsanların sanat yapıtındaki imgeye bakışının edindikleri varsayımlar dizisinin etkisinde kaldığını söylüyor. Sanata ve tarihe bakıştaki engellemelerden, geçmişin bulandırılmasından örnekler veriyor. Yönetmen Dziga Vertov'un 1923'teki bir yazısından alıntı yapıyor. "Bir gözüm ben. Mekanik bir göz. Ben, makina size ancak benim görebileceğim bir dünyayı açıyorum. Kendimi bugün de, bundan sonra da insana özgü o hareketsizlikten kurtarıyorum. Hiç durmadan hareket ediyorum. Nesnelere yaklaşıp onlardan uzaklaşıyorum. Süzülüp altına giriyorum onların. Koşan bir atın ağzı boyunca koşuyorum. Düşen, yükselen nesnelerle birlikte düşüp kalkıyorum ben de. Karmakarışık hareketler, en karmaşık bireşimler içinde hareketleri sırayla kaydederek dönen benim: Makina." Her yeri gören, zamanı hızlandırıp yavaşlatan, gerçeği çarpıtan, yanlışları doğrultan, özel etkilerle olmayanın gerçekliğini yaratan teknolojilerin henüz olmadığı bir dönemde sinemasal anlatımla gelen gücü yorumlayarak sürdürüyor: "Zaman ve yer sınırlamalarından kurtulmuşum; evrenin her bir noktasını, bütün noktalarını, nerede olmalarını istiyorsam ona göre düzenliyorum. Benim yolum, dünyanın yepyeni bir biçimde algılanmasına giden yoldur. Böylece size hiç bilinmeyen bir dünyayı açıyorum."

Berger, fotoğraf makinasının insanın görüşünü değiştirdiğini, görünen nesnelerin başka bir anlama gelmeye başladığını, bunların resme de yansıdığını söylüyor. "Her resimin biricikliği bir zamanlar bulunduğu yerin biricik olmasından kaynaklanıyordu. Resim bir yerden başka bir yere taşınabilirdi. Ama hiçbir zaman aynı anda iki yerde birden görünemezdi. Fotoğraf makinası, resmin fotoğrafını çekerek resmin imgesinin taşıdığı biricikliği ortadan kaldırmış oldu. Bunun sonucunda resmin anlamı değişti. Daha kesin söylersek resmin anlamı çoğaldı, birçok anlama bölündü" açıklamasını getiriyor. Televizyonda görünerek her seyircinin evine giren ve milyonlarca evin her birinde değişik bir bağlamda algılanan resmin kendi anlamını onların anlamına kattığını söylüyor. "İmge artık biricik, eşsiz olmasa bile sanat nesnesi denen o şey, gizemlilik katılarak biricik ve eşsiz kılınmalıdır" saptamasını yapıyor. Sanata duyulan ilgiyle mutlu azınlığın gördüğü eğitim arasındaki ilişkiyi bir tabloyla gösteriyor. Bir resim imgeleri film makinasıyla canlandırıldığında, resme bir söz eklendiğinde yaşanan değişimleri anlatıyor. Ama özgün resimlerin bilginin hiçbir zaman olamayacağı ölçüde sessiz ve dingin olduğunu söylüyor.

"Geçmişin sanatı, eskiden olduğu gibi değildir artık bugün. Yetkesini yitirmiştir. Onun yerine bir imgeler dili oluşmuştur. Şimdi önemli olan bu dili kimin, ne amaçla kullandığıdır." Bu yorumla değerlendirmesini özetliyor. Walter Benjamin'in kırk yıl önce yazdığı "Mekanik Yeniden Yaratma Çağında Sanat Yapıtı" adlı denemesinden söz ediyor. Berger'in kitabının tarihi 1972. Bir kırk yıl daha geçmiş. Daha fazlası da. Sanat yapıtlarının üretilme ve tüketilme biçimlerinin bilgi çağıyla yeni bir değişim sürecine girdiğine kuşku yok.

Artık irdelenmeye başlasalar da henüz bir çözüme ulaşmamış uygulama ve törelere göre kadının toplumdaki yerinin erkeğinkinden çok başka olduğunu söylüyor. "Erkekler davrandıkları gibi, kadınlarsa göründükleri gibidirler. Erkekler kadınları seyrederler. Kadınlarsa seyredilişlerini seyrederler. Bu durum yalnız erkeklerle kadınlar arasındaki ilişkileri değil, kadınların kendileriyle ilişkilerini de belirler" diyor. İlk çıplaklar olarak Adem ve Havva'nın öyküsüne yer vererek kadının suçlanışını ve erkeğe boyun eğmekle cezalandırılmasını anlatıyor. Ortaçağ resim geleneğinden başlayarak bu öykünün işlenişini, kadının ve çıplaklığın sanattaki gelişimini irdeliyor. İdeal izleyicinin her zaman erkek olarak kabul edildiğini, kadın imgesinin onun gururunu okşamak için düzenlendiğini belirtiyor. Örneklerle Avrupa yağlıboya resmini gözden geçiriyor. Bu türün kendine özgü nitelikleri nedeniyle görülenin resme geçirilişinde özel bir töreler dizgesi oluştuğunu, bunların toplamının yağlıboya resmin yarattığı görme biçimi olduğunu söylüyor. Bu resmi dünyaya açılan çerçeveli bir pencereden çok duvara gömülmüş bir kutuya, görüntülerin içinde saklandığı bir kasaya benzetiyor.

Son bölümde "Yaşadığımız kentlerde hepimiz her gün yüzlerce reklam imgesi görürüz" diyerek tarihte başka hiç bir toplumun böylesine kalabalık bir imgeler yığını, böylesine bir mesaj yağmuru görmediğini ekliyor. Reklamı tüketici toplumun yarattığı kültür olarak tanımlıyor. Yağlıboya resimle reklam arasında dokunulabilirlik (imgelerdeki gerçek nesneyi ele geçirebilme duygusu) açısından benzerlik olsa da reklamın işlevinin çok başka olduğunu söylüyor. Yağlıboya resmin sahibinin zaten içinde bulunduğu durumda onun kendi gözündeki kendi imgesini güçlendirdiğini, reklamınsa izleyiciyi içinde bulunduğu yaşamdan hoşnut olmadığı duygusuna kapılmaya zorlayarak eksikliğini gidermek için sunulan nesneyi almaya yönlendirdiğini belirtiyor. "Reklamın korkunç bir etkileme gücü vardır, reklam aynı zamanda çok önemli bir siyasal olgudur" saptamasını yapıyor.

....

Bakmasını bilince neler görülebileceğine, bunların sözcüklere ve imgelere nasıl yansıyabileceğine bir örnek olarak John Berger'in “O Ana Adanmış” adlı kitabındaki "John Berger – Boğaz’da" yazısı okunabilir.

....

Görme biçimlerini tanımak, öğrenmek, yaşamı ve sanatı yorumlarken kullanabilmek kolay değil. Görmeme biçimleriyse geleneksel eğitim sisteminin önemli ve yeni politikalarla gittikçe etkinleşen bir parçası olarak herkesçe bilinip uygulanıyor. Bakmasını ve görmesini bilenlereyse mutsuzluk kalıyor, bir de güzel günlerin geleceğine ilişkin tükenmeyen bir umut.


1. Mehmet Arat, Bir Cahilin Sosyoekonomik Notları: Sosyal Bilimler İçin Murphy Yasaları, http://paylasim.lalabey.com.tr/yazihane/yazarhane/817-mehmet-arat-kaleminden-bir-cahilin-sosyoekonomik-notlari.html


3. Faruk Özsu, Cübbeniz sizin olsun artık!, http://www.radikal.com.tr/radikal2/cubbeniz_sizin_olsun_artik-1147438


5. Rıza Türmen, Gözetleme Kulesi ve Türkiye, http://www.radikal.com.tr/radikal2/gozetleme_kulesi_ve_turkiye-1161009


7. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu, 2013 Ocak-Şubat-Mart kadın cinayeti gerçekleri, http://kadincinayetlerinidurduracagiz.net/veriler/332/2013-ocak-subat-mart-kadin-cinayeti-gercekleri

8. Umay Aktaş Salman, Mesele kızlı erkekli öğrenci evi değil, http://www.radikal.com.tr/turkiye/mesele_kizli_erkekli_ogrenci_evi_degil-1160406

9. John Berger, John Berger – Boğaz’da, http://www.sanatlog.com/sanat/john-berger-bogazda/

24 Mart 2019 Pazar

21.Yüzyılın Yükselen Sesi: Öykü (2012 Öykü Yıllığı Üzerine)


Yazmak, nereye gideceğini bilmeden çıktığın olmayan bir yolda, hedefine ulaşabilmek ve güzel bir yolculuk yapabilmek için yaşanan olağanüstü ve sonu belirsiz bir serüvendir.

Bu tanım yaşamı da anlatmıyor mu? Belirsizlikler içinde dünyaya gelip, hele Türkiye gibi bilgi düşmanlığının ödüllendirildiği bir yerde doğduysak geleceği tahmin bile edemeden yaşayıp günün birinde geçmişimizi yapabileceklerimizin pek azını tamamlayabilmiş olarak geride bırakıp gitmiyor muyuz? Yazmanın güzelliği belki de sınırları yok saymasından kaynaklanıyor, burada yaşam doğum ve ölümle, yaşadığımız yer gümrük kapılarıyla, yaşayabileceklerimiz verilen buyruklarla sınırlanmıyor. İstediğimizi düşünüp yazabiliyoruz. Düşünmek gibi yazmak da serbest. İstediğimizi düşünüp yazabiliriz. Düşündüğünü paylaşmaya ve yazdığını yayımlatmaya gelince iş değişiyor. Geçmesi pek zor iki yol var. İlki kendi dünyanla gerçek dünya arasında bir köprü kurup yazarının amacına uygun ve alıcısı olabilecek bir ürün yaratmak, diğeriyse yayıncılık sistemi içerisinde bir yer bulup okuyuculara ulaşabilmek. Bu engeller başarıyla geçilse bile sorunlar bitmiyor. Özlenen yönde gitmenin zorlukları çoğu kişiyi en kolay yürünebilecek yollara sapmaya yöneltiyor.

Bütün bu zorluklara karşın niçin yazmaktan vazgeçemiyoruz? Kuşkusuz yazılanların başkalarına ulaşması, düşünce ve duygu bulutlarının binlerce kişinin ortak bilinci olması büyük bir mutluluk kaynağıdır. Ama bu, dışındaki ve içindeki dünyayı anlama, evrenin sırlarını çözme, yaşanmışları öğrenip yaşanacak ve yaşanabilecekleri görmeye çalışma çabalarının, hele bu sırada bulunan küçük gerçeklerin büyük anlatımlarının yarattığı sevincin yanında pek de önemli sayılmaz. Kişi önce kendine, sonra topluma ve tarihe karşı sorumludur. Yaşamla kurabileceği en anlamlı ve doğru bağı bulmak, bunu uygun alanda kendine özgü bir biçimde gerçekleştirmek temel görevdir. Bu, bir anlamda, kişinin içindeki madenin, cevherin çıkarılmasıdır. Can madenciliğinin ilk aşamasıdır. (1) Tıpkı topraktakiler gibi, insanlarda saklı değerler de çeşitlidir. Kimi kum gibi, toprak gibi yüzeye çok yakındır. Hemen elde edilebilir ve kullanılabilir. Kiminin üstü biraz örtülüdür, önce açılması ve ulaşılması gerekir. Kimiyse iyice derinlerde ve gizlidir. Büyük çabalar gerektirir, önce yerin kat kat altına inip cevherin çıkarılmalı, sonra uzun süren ve zor uğraşlarla işlenip saflaştırılmalı, gizli güzellikler ayrılmalıdır. Tonlarca malzemeden birkaç gram değer bile zorlukla elde edilebilir. İşte insanın ve yaşamın özünü sözcüklerde damıtabilmek de böyle zor bir iştir. Yıllarca harcanan çabalar doğru bir süreçle birleşmezse boşa gidebilir. Okunanlar meyve vermeden unutulabilir, yazılan yüzlerce, binlerce sayfanın değeri topraktan çıkarılıp işlenemediği için bir kenara yığılan işe yaramaz bir ham cevher yığınına benzeyebilir. Yazar ilk aşamayı başarıyla tamamlama mutluluğunu yaşayabilirse ilk adım bunun gerçekliğinin sorgulanmasıdır. Işıltının kaynağı bir elmas mıdır, cam parçası mıdır? Buna, gözleri yaratma sürecinin ışıltısıyla kamaşmamış başkaları karar vermelidir.

Sonrası elmasların ve camların, olağanüstünün ve sıradanın, umutların ve korkuların, başarının ve yenilginin, mutluluğun ve acının birbirine karıştığı, yazarların ve yapıtlarının içine tıkıldıkları yayın dünyası kazanından çıkmak için sürekli savaştığı katlanması zor bir aşamadır.

....

Bu yazıda biraz bedavacılık yapacağım. Öykü Yağmuru'ndan söz edeceğim. Geçen yılın öykülerini derleyen "2012 Öykü Yıllığı" (2) içinden gözüme çarpan bazı noktaları aktaracağım. Gelişmenin ve değişimin sürekliliği içinde kapsamlı ve zamana direnebilecek bir seçki hazırlamak da kolay değil. Her an, her yan değişiyor. Gökyüzü ve yeryüzü, insanlar ve ağaçlar, hele de ne yapacağını, nereye gideceğini bilemeyen toplumlar sürekli bir hareketin içinde. Bu akışın belirli anlarını niteliksel sıçrama olarak adlandırsak da asıl güç, değişimin tuğlaları sessizce üst üste koyarak duvarı örmesi ve günün birinde çevredeki perde çekildiğinde dev bir binanın karşımızda belirivermesidir.

2012 Öykü Yıllığı "öykü yağmuru" başlığıyla çıkmış. Yıl içinde doğan Öyküler çok fazla olsa bile bu niteleme bana doğru gelmedi. "Yağmur gibi yağmak" niteliksizlik yorumu sanılabilir. Nicel büyümenin yol açtığı sorunlara ilişkin somut değerlendirmelerden ayrıldıklarında kapaktaki bu sözcükler yanlış anlamalara yol açabilir. Kemal Gündüzalp'in özenli çalışmasının sonuçlarını okudukça benim kafamın içinde dönen düşünce "Dünyanın öyküsü bir kitaba sığmış" oldu. Öyküyü, dergiyi, kitabı, yazarı, eleştirmeni, okuru, düşüncenin ve yaratıcılığın arayışının dallarını bir anda görüvermek ayrıcalık duygusu veriyor. Yansımalarını gördüğün öykü dünyasının derinliklerine girip hepsini okumak için karşı konulmaz bir isteğin ve gücün kaynağı oluyor.

Arka kapakta kitabın "canlı öykü edebiyatı ortamında iz bırakan çalışmalardan oluşan bir ilk", aralarında Doğan Hızlan, Adnan Binyazar, Semih Gümüş, Ahmet Telli, Ayşegül Tözeren, Özcan Karabulut, Gonca Özmen, Hüseyin Su, İnci Aral, M. Sadık Arslankara, Kadir Yüksel, Yakop Tilermeni, Ahmet Büke gibi çevirmen, editör, eleştirmen, şair, öykü yazarı ve yayın yönetmenlerinin de bulunduğu, öyküye emek veren isimlerin katkılarıyla gerçekleştirilen ortak bir çabanın ürünü olduğu belirtiliyor.

Kemal Gündüzalp girişte kısa bir özgeçmişle tanıtılıyor. "1953 yılında Urfa'da doğdu. İlk ve ortaokulu Ceylanpınar'da okudu. Ankara Bahçelievler Cumhuriyet Lisesi'ni, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi'ni bitirdi. İlk şiiri 1971, ilk yazısı 1972, ilk öyküsü ise 1973 yılında yayınlandı. Daha sonra 1976-2012 yılları arasında toplam yüz sekiz dergide beş yüz sekseni aşkın şiir, öykü, eleştiri, deneme, tanıtma ve inceleme yazıları yayımladı. Bazı şiirleri Farsça'ya çevrildi." Aldığı bazı ödüllerin, şiir, öykü, çocuk öyküsü, roman ve eleştiri kitaplarının listeleri veriliyor.

Önce biraz seçkinin yapısından söz etmek gerek. Kitap Kemal Gündüzalp'in teşekkürü, sunumu, "Eleştiri Yokluğunda Öykü Yağmuru" başlıklı genel değerlendirmesiyle ve İnci Aral'ın "Öykü Işıktır" dediği Dünya Öykü Günü Bildirisi'yle başlıyor, soruşturmalarla sürüyor.

İlk soruşturmayı yanıtlayanlar Adnan Binyazar, Aslı Solakoğlu, Feridun Andaç, M. Sadık Aslankara, Nazlı Karabıyıkoğlu, Özcan Karabulut, Semih Gümüş, Şükran Farmaz, Zafer Doruk ve Zeynep Sönmez. Yaqop Tilermeni'nin "2012'de Kürtçe Öykü" başlıklı bir değerlendirmesi var.

İkinci grup sorular dergilerin yayın Yönetmenlerine, editörlere yöneltilmiş. Abdülkadir Budak (Sincan İstasyonu), Ahmet Miskioğlu (Türk Dili Dergisi), Ali Günay (Deliler Teknesi, Öykü Teknesi-Filika), Burcu Yılmaz (Sözcükler), Fulya Bayraktar (Lacivert), Günay Güner (Çağdaş Türk Dili), Hüseyin Su (Heceöykü), İbrahim Tığ (Şehir), İnan Çetin (Sarnıç Öykü), Mine Ömer (Kurşun Kalem), Özgen Kılıçarslan Danyal (Hayal), Suna Dündar (Kum) ve Talat Avcı (Beşparmak) katılıyor.

Üçüncü soruşturma "Ozanların Öyküye Bakışı" başlığını taşıyor. Ahmet Telli, Aydın Şimşek, Fergun Özelli, Gonca Özmen, Hüseyin Alemdar, Kadir Aydemir, Melek Özlem Sezer, Salih Bolat, Veysel Çolak ve Yelda Karataş yanıtlamış.

Sonra Kemal Gündüzalp "Soruşturmalardan Çıkan Sonuçlar" değerlendirmesiyle en çok anılan kitap ve dergilerde yayımlanmış öyküleri belirtiyor. Yazarlar seçkin birer okur olarak ele alındığında kimsenin gözünden bir şey kaçmadığının görüldüğünü söylüyor.

"2012'de Dergilerde Öykü" bölümünde Kadir Yüksel'in "Dergilerde Öykü", Yaqop Tilermeni'nin "Dergilerde Kürtçe Öykü", Ayşegül Tözeren'in "Fanzin ve Bazı Dergilerde Öykü-Edebiyatın Sokaklarında Öykü", Kemal Gündüzalp'ın "Sayılarla Dergilerde Öykü" başlıklı yazıları yer alıyor.

Ardından yılın içinden esintilerle en keyifli bölüm geliyor. "Kitaplardan Seçilmiş Öyküler" başlığıyla Ahmet Büke ve Cemil Kavukçu, "Dergilerden Seçilmiş Öyküler" ile Ayşegül Ünal, Birgül Oğuz, Ferda İzbudak Akıncı, Gökçe Parlakyıldız, Mehmet Fırat Pürselimoğlu, Melike Uzun, Merve Koçak, Nazmi Bayrı, Pelin Buzluk, Semih Erelvanlı, Semra Bülgin, Serap Işık, Tülay Güzeler, Türker Ayyıldız, Yalçın Tosun ve Zeynep Sönmez, "2012 Öykü Ödülleri" altında Yalçın Tosun, "2012'de Yitirilen Öykücüler" altında Burhan Günel ve Celal Hafifbilek, "Fantastik Bir Öykü" ile Barış Müstecaplıoğlu, "Çeviri Öyküler" altında D. H. Lawrence ve Salih Badili yer alıyor.

"Öykü Üzerine Seçilmiş Yazılar" bölümünde Ayşegül Tözören, Cemil Kavukçu, Doğan Hızlan, M.Sadık Arslankara ve Semih Gümüş'ün yazıları var. Yıllık, "2012 Yılında Yayımlanan Kitaplar" başlığında ilk, yeni, çeviri, seçme, toplu, kolektif, çizgi(li) öykü kitaplarının, içinde öykü olan kitapların, öykü ve öykücüler üzerine kitapların, tek öykü yarışmaları ve ödüllerin ve taranan dergilerin listeleriyle sonlanıyor.

....

Cemil Kavukçu'nun yazısı "2012'nin Yükselen Yıldızları; Öykücüler" başlığını taşıyor. Öykücülüğümüzün son otuz yılda inişli çıkışlı bir yol izlediğine değinen Kavukçu 1980'li yıllardan 1990'ların ortalarına süren sessizliğin hemen ardından gelen bir canlanmadan, 2000'lerin başındaki geri çekilmeden, 2012'nin öykünün yeniden hareketlendiği bir yıl olmasından söz ediyor. "Kitaplarda, dergilerde yayımlanmış öyküler, dilde, biçimde yeni arayışların haberini veriyor" diyor.

Okumakta olduğunuz yazının başlığı "21.Yüzyılın Yükselen Sesi: Öykü" biraz Kavukçu'nun yükselen yıldızlarından, biraz "2012 Öykü Yıllığı" içindeki zengin içeriğin çağrışımlarından kaynaklanmış olmalı. Ama öykünün 21. yüzyılda yeni anlamlar kazanabileceği öngörüsünü destekleyebilecek başka nedenler de var. Ekonomik ve toplumsal koşullardaki, insan ilişkileri ve yaşam biçimindeki değişimler kaçınılmaz olarak sanata da yansıyor. Öykü ve roman da yeni biçimlere evrilebilirler. Işık hızıyla bağlanan milyarlarca insanın yazma ve okuma deneyimi değişmeden kalamaz. Eski Yunan heykellerinin günümüz dünyasında yeniden yaratılamaması gibi, sanayi devrimi sonrasında uzun dönemlerin bireyler ve düşünceleri üzerindeki etkilerini araştırarak gelişen roman da işlevsiz kalabilir. Pazar ekonomilerinin çok satan ürünleri tüketme modası geçtiğinde, yaşamdan tek bir kişinin kafasından çıkmış yüzlerce sayfalık bir kitap için uzun süre ayrılmak okuyucuya anlamlı gelmeyebilir. Yaşamın hızından süzülen öykülerse kısa, duru izler taşıyarak yazanları ve okuyanları birbirine bağlayabilir. Yaşamla öyküler arasındaki uzaklık azalabilir.

Roman burjuvaziyle gelişmişti. Aristokrasinin yerleşmiş değerlerine yeni bir sistemle, rekabet, kazanma, gelişme, pazar ekonomisi gibi kavramlarla tanımlanan yapılanmasıyla karşı çıkmış, geçmişin çürümüşlüğünü ve yeni sistemin dinamizmini yansıtmıştı. Günümüzdeki hızlı değişime romanın ayak uydurması hem yazar, hem okur açısından zor görünüyor. Yeninin öyküsünü hemen yakalayıp anında dünyaya yayılan şiir gibi, roman gibi, destan gibi, şarkı gibi, film gibi öyküler gerçekten yükselebilir. "Gideni ve gelmekte olanı" anlayıp iyi anlatan, zenginleştiren öyküler bir anda dünyayı kaplayabilir.

Roman, tarihi ve bugünü belirli kalıplarla yorumlayıp dayatan bir türe dönüşürken öykü bireysel özgürlüğün sesi olabilir mi? Tek başına güçsüz bireylerin yazdığı küçük yaşam parçaları birleşip merkezi güçlere meydan okuyan boyutlara varabilir mi? Yoksullar, azınlıklar ve diğer dışlananların, farklı nedenlerle ezilenlerin yalın öyküleri yaşamın kendisine dönüşebilir mi? Kadın öykücüler yepyeni bir soluk olabilir mi? Geleceği kadınlar kurtarabilir, her alandaki acımasız sertliği yumuşatabilir mi? Uygarlık yeniden kadına dönebilir, insanlar eşitliğin sıcaklığıyla birbirlerine yeniden sarılabilir mi?

Gelecek kadınların ve kadın gibi davranarak sertlikten uzak duran erkeklerin olacaksa kuşkusuz bunlar yaşanabilir. Dünyayı güzellik kurtarabilir mi? Belki güzellik kadınlarla gelecek, dünyayı kadınlar kurtaracak, bir kadını anlamakla başlayacak her şey.

Belki de "Kadınlar Nerde?" (3) sorusuna "Sessizce geleceğin öykülerini yazıyorlar" denebilir.

....

Her yazar önce okurdur. Her okur, eğer açık bir ürün vermediyse, gizli bir yazardır. Okudukça öyküleri yeni biçimlerle kafasında yazar, tekrar okur, yeniden yazar. Okudukça daha iyi yazar, yazdıkça daha farklı okur. Yazar, okur...

....

Kemal Gündüzalp'in hazırladığı "2012 Öykü Yıllığı" kapsamlı ve özenli bir çalışmanın ürünü. Geniş bir katılımla anlamlı bir bütün ortaya konabilmiş. Öykü dünyası için değerli bir kaynak oluşmuş.

Sunuş yazısında yıllığın eksiği dergi ve dergilerdeki öykülerin değerlendirilmesinin ağırlıklı olması, kitaplara neredeyse hiç değinilmemesi olarak belirtiliyor. Bir yılı, hele dergi ve kitap sayısının epey artmış olduğu bir dönemde, anlatmak pek kolay değil. Yayımlanan kitaplar zaten kalıcılaştığı için bir öncelik olacaksa bunun dergilere verilmesi doğru bir seçim olmalı. "2012 Yılında Yayımlanan Öykü Kitapları" başlığıyla verilen "İlk Öykü Kitapları", "Yeni Öykü Kitapları", "Çeviri Öykü Kitapları", "Seçme Öykü Kitapları", "Toplu Öykü Kitapları", "Kolektif Öykü Kitapları", "Çizgi(li) Öykü Kitapları", "İçinde Öykü Olan Kitaplar", "Öykü ve Öykücüler Üzerine Kitaplar" listeleri, bu kitaplara ulaşmak isteyenler için bir kaynak oluşturuyor. Ayrıca "Tek Öykü Yarışmaları ve Ödülleri" ve taranan 60 derginin listeleri yer alıyor.

Genel değerlendirme "Eleştiri Yokluğunda Öykü Yağmuru" başlığını taşıyor. Kemal Gündüzalp eleştiriye alanın boş kalmasından dolayı zorunluluktan başladığını, bunca öykünün yazıldığı bir ortamda eleştiride bir kıpırdanma olmadığını, Sadık Aslankara ve Semih Gümüş de olmasa yeni kuşak için ortalıkta çıt yok diyebileceğini, ancak Necip Tosun'la Ayşegül Tözören'in çeşitli dergilerdeki eleştirel çalışmalarının ilgiyi hak ettiğini söylüyor. 2009 ile 2012 arasındaki yıllarda yayımlanan ilk ve yeni öykü kitabı toplamlarını 142, 129, 144 ve 219 olarak veriyor. Seçme, toplu, derleme ve çeviri gibi kitaplar eklenince sayılar 218, 200,217 ve 304 oluyor. Öykü kitabı yayımlayan yayınevlerine ve öykü kitaplarına değiniyor. 2012 yılında yitirilen, öykü de yazmış dört yazarı, Burhan Günel, Celal Hafifbilek, Güngör Gençay ve Tuna Baltacıoğlu'nu anıyor.

Soruşturmalara verilen yanıtlarda Adnan Binyazar "Değersizlik daha çok romanda gözlemleniyor. Pop şarkıcıların söylediğine benzer eserler saman alevi gibi, parlamasıyla sönmesi bir oluyor. Adı sanı olan romancıların kitabını okuyanların bile düş kırıklığına uğradığı görülüyor. Bilinçsiz okurları bile şaşırtan bu durum, kuşkusuz toplumdaki öbür bozulmaların da ürünü. Yine de en çok bu romanlar okur buluyor" diyor. M. Sadık Arslankara "öykü yazmayı değil öykü okumayı önemseyen bir toplum özlüyorum", Nazlı Karabıyıkoğlu "öykülerin çoğunda ağız birliği etmişcesine, cümleler ince hüzünlerle işlenmiş", Özcan Karabulut “Çünkü insan öyküsüyle var. Öyleyse öykü insanın, edebiyatın gündeminde hep var, hep var olacak", Semih Gümüş "Öykü, hayatın anları, küçük kesitleri, ayrıntıları üstüne kurulduğu için, romandan daha önemli" yorumlarını yapıyor.

Yaqop Tilermeni "2012'de Kürtçe Öykü" değerlendirmesine Dört Dilimli Dilin Öyküsü'nü anlatarak başlıyor. Ulaşabildiği dergilerdeki öykülerle ilk Kürtçe Öykü Yıllığı'na ulaşma çabasından söz ediyor. Yayımlanan Kürtçe öykü kitaplarının listesini veriyor.

2012 Öykü Yıllığı'nı, Kürtçe öyküye yer vermesi nedeniyle, yalnız öyküler ve yazarlar üzerine değil, ülkenin ve dünyanın koşulları üzerinde de bir değerlendirme, bir öykü olarak okuyabiliriz. Tilermeni genç edebiyatseverlerin farklı bölge ve şehirlerde çıkardıkları dergilere ulaşmanın çok zor olduğunu söylüyor. Postayla gönderilen dergilerin ulaşmayabildiğini, ya da bir hafta sonra komşusunun elinden anlamlı bir bakışıyla alınabildiğini anlatıyor.

Dergi yayın yönetmenleri ve editörlerin katıldığı soruşturmada Fulya Bayraktar (Lacivert Öykü ve Şiir Dergisi) öykülerin yayımlanması için çok farklı yaratıcılık izleri, çok temiz bir Türkçe, didaktik olmayan bir yazım tarzı, fazlalık barındırmayan cümleler aradıklarını, Günay Güner (Çağdaş Türk Dili) Türkiye, dünya yangın yeriyken öykünün başka bir gezegende yaşadığını, ayrıca öykülerin dilinin Türkçe'nin işlenmesi yönünden bozuk olduğunu, Hüseyin Su (Heceöykü) her sayıyı hazırladıktan sonra ellerinde iki sayı daha çıkarabilecek ürün kaldığını, Mine Ömer (Kurşun Kalem) dergilerde yayımlanan azımsanmayacak sayıda öyküden pek azının onu heyecanlandırıp etkilediğini, Suna Dündar (Kum) öykülerin yeni olma çabasıyla yapaylaşıp imge boğulmasına kapıldığını, Talat Avcı (Beşparmak) kadın yazarların öyküye niceliksel ve niteliksel bir zenginlik kattığını söylüyor.

Ozanların öyküye bakışına yönelen soruşturmada Ahmet Telli şiirsel olma halinin ölçülerinin belirsizliğine, Aydın Şimşek şairlerin ve öykücülerin birbirlerini okumamasına, Fergun Özelli Octavia Paz'ın "Büyük bir düzyazı ustası ortaya çıktığında dil yeniden doğar, onunla birlikte yeni bir gelenek başlar. Bu yüzden düzyazı şiirle iç içedir ve şiir olmak ister" sözüne, Gonca Özmen iki türün de öncelikle özenli bir dil işçiliği ve anlatımda yoğunluk istediğine, Hüseyin Alemdar Behçet Necatigil'in "Bir şairin yakındığımız yanı ya dilidir, ya dilsizliğidir" demesine, Melek Özlem Sezer bu iki türün Homeros Destanları'nda aynı bedende ne kadar uzun yaşayabileceğini gösterdiğine, Salih Bolat şiir olmayan şiirselliğin bir metinde bolca yer almasının o metni ne şiir ne de öykü yaptığına, Veysel Çolak herkes şiire öncelik tanısa da başlangıçta öykünün var olduğuna ve her ikisinin de malzemesi insan olduğu için bir arakesit oluşturabileceklerine, Yelda Karataş şiirle roman ve öykünün düzyazısı arasındaki ayrıma değiniyor.

Soruşturmalardan çıkan sonuçları Kemal Gündüzalp soruşturmalara katılan yazar, ozan, dergi yayın yönetmen ve editörlerini seçici olarak kabul ederek değerlendiriyor. En çok anılma oy kabul edilirse yılın öykü kitabının Cemil Kavukçu'nun Aynadaki Zaman'ı olabileceğini söylüyor. Onu Ahmet Büke'nin Cazibe İstasyonu ve Murat Yalçın'ın Karga Zarif kitapları izliyor. Dergilerden en çok anılansa Melike Uzun'un Sığ adlı öyküsü oluyor.

2012'de Dergilerde Öykü bölümünde Kadir Yüksel Dünyanın Öyküsü, Hece Öykü, Notos, Öykü Teknesi, Sarnıç Öykü, Semaver Öykü ve öyküye yer veren dergilere değiniyor. Yaqop Tilermeni Dergilerde Kürtçe Öykü, Ayşegül Tözeren "Edebiyatın Sokaklarında Öykü" ile fanzin ve bazı dergilerde öykü konularını anlatıyor.

Kemal Gündüzalp “Sayılarla Dergilerde Öykü” yazısıyla dergilerin ve yazarların yayımladıkları öykü sayılarını listeliyor.

Kitaplardan Seçilmiş Öyküler Ahmet Büke'nin "Cazibe İstasyonu" kitabından "Gelen Evrak: 28.02.2012. TEM: 1245/89" öyküsüyle başlıyor, Cemil Kavukçu'dan "Aynadaki Zaman" / "Mindos Kayalıkları" ve dergilerden seçilmiş öykülerle sürüyor.

2012'de verilen öykü ödüllerinin listesinin ardından ödüllü kitaplardan seçilen bir öykü, Yalçın Tosun'dan "Muzaffer ve Muz" yer alıyor. Kitapta yitirilen yazarlardan iki öykü de var. Burhan Günel'den "Yorgunum Aşktan" ve Celal Hafifbilek'ten "Küçük Bir Aşk Öyküsü".

Salih Badili'nin "Ayna Kırılmasın" öyküsünü Yaqop Tilermeni Kürtçe'den çevirmiş. "Öykü Üzerine Seçilmiş Yazılar" bölümünde Ayşegül Tözören "Eleştirinin özeleştirisi mümkün mü?" diye soruyor ve dil eleştirisinin yapıt eleştirisinin önüne geçtiğini söylüyor. Cemil Kavukçu "2012'nin Yükselen Yıldızları; Öykücüler" başlığıyla kitaplarda ve dergilerde yayımlanmış öykülerin dilde, biçimde yeni arayışların haberini verdiğini müjdeliyor. Doğan Hızlan "Bekir Yıldız'sız Göç ve Uludere Anlaşılamaz" diyor. M.Sadık Arslankara "Öykünün İçinde, Öykücülüğün Dışında" bir arayışa giriyor ve "içimizdeki yazma dürtüsüyle nasıl başa çıkacağız?" diye soruyor. Semih Gümüş "Öykünün Bu Gelişmesi Şaşırtıcı" diyor. Yeni biçim arayışlarının olağan bir beklentiye dönüştüğünü, Vüs'at O. Bener, Ferit Edgü ya da Leyla Erbil gibi öykü yazarlarının kolay bulunamamasının olağan olduğunu söylüyor.

....

Gökten üç öykü düştü. Yazı bu üç öyküden üç kısa alıntıyla bitiyor.

Niçin üç? Masallardaki elmanın çağrışımından mı? Tek olmadan, iki ucun karşıtlığına düşmeden alınabilecek en küçük örnek olduğu için mi?

İnci Aral "Öykü ışıktır" diyor. "İlk günden bu yana insan, kendi serüvenini kaydetme ve geleceğe bırakma arzusu duydu. Sesleri, işaretleri müziğe, büyüyü oyuna, tanrıları yontuya, renk ve biçimleri nakışa, deneyimini yaratıcılığıyla sanata dönüştürdü."

Öykünün ışığını, bu ışığı görüp yakalayanların yaktığı başka ışıkları tek bir kitapta buluvermek çok güzel. Öykünün büyülü dünyasını anlatan, içine dalıp tadını çıkararak doyasıya gezme isteği uyandıran bir Öykü Yağmuru'yla karşılaşıvermek.

Öykü dünyasında en iyi, en güzel, tüm geçmişi reddeden ve gücüyle geleceği yok edecek tek bir ışık yoktur. Uygun anda yaşamımıza girdiğinde bizi yakalayan değişken renkler vardır. Aşağıdaki bölümler öykü seçkisindeki ışımalardan üç örnek yalnızca.

"Sonrasında dayanamadı artık denizde olmaya. Denizde olmak, karşı kıyıya uzanan bir köprüde olmak gibiydi. Ayırmak da denizin işiydi sanki, kavuşturmak da. Kısacası olmazdı. Aklım geçmişimde, karşı kıyıda, evim, çoluk çocuğum, bu günüm bu kıyıda, ben denizde..." Ferda İzbudak Akıncı, Karşı Kıyı, Kum Dergisi, sayı: 67, Mayıs 2012

"Bu kez varsayalım Dilan tüm köy halkı gibidir, ne sağırdır, ne dilsiz... Anlatabilir miydi derdini? Sorarlar mıydı ki isteğini? Farklı olur muydu bu iki Dilan'ın sonu?" Gökçe Parlakyıldız, Aybastı Efsanesi, Varlık Dergisi, sayı: 1258, Temmuz 2012

"Aklımda sana dair birçok anı var. Şu an köyde içinde birlikte çocukluğumuzu yaşadığımız küçük ev geliyor aklıma. Anamın ortadan bir bezle ayırdığı bağırış ve haykırışlarının yükseldiği odada, seni yıkadığı, senin çocuk bedenine su döktüğü, saçına onlarca belik attığı ve kırmızı iplerle bağladığı, senin dört erkek kardeşin tek kız kardeşi olma gururunu, şu anki gibi hatırlıyorum." Salih Badili, Ayna Kırılmasın (Kürtçe), W Dergisi, sayı: 42, Mayıs-Haziran 2012, Çeviren: Yaqop Tilermeni




2. Kemal Gündüzalp, "Öykü Yağmuru" 2012 Öykü Yıllığı, Dünyanın Öyküsü Yayınları, 2012.

3. Mehmet Arat, Kadınlar Nerde?, http://www.sanatlog.com/sanat/kadinlar-nerde/

22 Mart 2019 Cuma

Kadınlar Nerde?


"Bir Taksim Polisiyesi" (1), yaz aylarında uzun süre "Bir Türkiye Polisiyesi" olarak sürdü. Gezi Parkı'nda yaşananlar yeni bir sayfa açtı. Çeşitli yayınların arasında yazarların öykülerinin derlendiği, gelirleriyle Gezi Direnişi'nde yaşamını yitirenler ve yaralananlar adına anı fidanlığı oluşturulacak kitap dikkat çekti. (2) Hareketli bir dönem geçirdik. Nedense yöneticiler bir türlü yumuşamadı. Yaralanan, sakat kalan, yaşamını yitiren gençleri kendi insanları olarak görmedi. Sürekli yaptıklarını savunma ve eleştirenleri yıldırma eğiliminde oldular. En yukarıdan aşağılara kadar çeşitli kademelerde görevliler açıklamalar yaptı, suçlamalar getirdi. Söylenmesi gerekeni söyleyen çıkmadı. Kimse "Biz büyük bir hata yaptık, biraz anlayış göstererek olayların tırmanmasını önleyebilirdik. Gençlerimiz ölmez, sakat kalmazdı" demedi. Üstelik farklı düşünenleri ve demokratik haklarını kullananları suçlayan bir fezleke hazırlandı. Türkiye Barolar Birliği'nin düzenlediği basın toplantısında buna tepki gösterildi. "Avukatlar mahkeme salonlarından zırhlı polisler tarafından güç kullanılarak çıkarılmakta, savunma hakkını savunmak için kanuni yükümlülüklerini yerine getiren baro yöneticilerine, İstanbul Barosu örneğinde olduğu üzere, tarihe kara bir leke olarak geçecek davalar açılmakta, polis şiddetinin sorumlularını bulun ve şiddeti önleyin diye haykıran avukatlar insan hakları hiçe sayılarak bizim kutsal mekânımız olan adliyeden dövülerek dışarı çıkarılmaktadır. Geldiğimiz noktada hukuk devleti yerine kurulan polis devletinin açık bir ispatı Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün fezlekesi elimizdedir. Bu fezlekede Türkiye’deki bütün sivil toplum örgütlerine, bütün barolara ve özgür basına savaş açılmıştır" dendi. (3)

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nin üçüncü maddesi "Herkesin yaşama hakkı ile kişi özgürlüğü ve güvenliğine hakkı vardır" diyor. (4) İnsan Hakları Başkanlığı'nın sitesinde "İnsanın değişimi ve gelişmesinin sonucunda 10 Aralık 1948 yılında yayınlanan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi doğmuştur. Türkiye, Birleşmiş Milletlerin kurucu üyelerinden birisi olarak İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'ni ilk onaylayan ülkeler arasında yer almış ve insan hakları konusundaki önemlisözleşmelerin büyük bölümüne taraf olmuştur" bilgisi yer alıyor. (5)

Yöneticilerin konuşmalarındaysa haklar ve özgürlüklerden çok bunların nasıl sınırlandırılacağı, kötüye kullanılmasının nasıl önleneceği bulunuyor.

Resmi açıklamaları yapanların hepsinin erkek olduğunu söylemek yanlış olur mu?

Peki kadınlar nerede?

Kuşkusuz her yerdeler. Polisin de, göstericilerin de arasında varlar, evlerde ve sokaklardalar, işyerlerindeler, ulaşım araçlarındalar, birçok alanda erkeklerle birlikteler, zor koşullarda çalışıyor, toplantılara katılıyor, forumlarda konuşuyorlar. Yukarılara çıktıkça sayıları azalıyor. Yönetici olsalar bile belirli bir çizgiyi geçmeleri zor. Mecliste azlar, bakan olup erkekler dünyasını yönetmeleriyse hiç kolay değil.

Taksim Gezi Parkı'nda başlayan olayların yöneticilerin akıl almaz yaklaşımı nedeniyle girdiği yönü düşününce bir soruya takıldım. Başbakan koltuğunda bir kadın olsa, ama demir bir leydi değil, erkek davranışlarındaki kavgacı yanlışları bilen ve uzak duran birisi, daha doğru bir bakış açısıyla sertleşmenin önüne geçip tarafların birbirini anlamasını ve herkes için daha iyi bir sonuca varılmasını sağlayabilir miydi? Ölümlerin, sakatlanmaların, yaralanmaların, büyüyen nefretin, ötekileştirmenin, açılan derin uçurumların önüne geçebilir miydi? Yoksa toplumlar hep en doğruyu bildiğini sanan, çevresinde kendisini koşulsuz onaylayanlar dışında kimseyi istemeyen, boyun eğilince yumuşayıp en küçük bir karşı ses çıkınca aslan gibi kükreyerek karşıdakini korku içinde bırakan sert yöneticiler olmadan yönetilemez miydi?

Gönlüm de, aklım da yumuşaklıktan yanaydı. Yönetenlerse hep diğer uçta geziniyorlardı. Arada anlayış gösteren olduğunda hemen zayıflıkla damgalanıyordu. İnsanın öyküsünün acı yanı işte. Doğaya karşı yaşamını savunurken güçlenmiş, istediklerini yeni araçlar kullanarak daha kolay ve daha çok elde etmeye başlamıştı. Bu kez kendi içinde bölünmüş, başka insanları yola getirmeye çalışırken oyunu savaş boyutuna çıkarmıştı. Yumruklar, taşlar, sopalar, kılıçlar, mertliği bozantüfekler, toplar, bombalar, uçaklar, nükleer biyolojik kimyasal silahlar. Modern kentleri besleyebilmek ve koruyabilmek için büyük riskler alarak acımasızca tüketilen doğal kaynaklar. Söylenen hep şuydu: "Nasıl soğuktan ve fırtınadan korunmak için kapalı bir ortamda barınmamız gerekiyorsa, insandan gelen tehditleri uzak tutmak için de güçlü olmamız, kavga edip onları uzaklaştırabilmemiz gerekiyor" deniyordu. Toplumların tarihi iç ve dış düşmanlarla girilen sonu gelmez çatışmaların bitmemiş bir öyküsü olmuştu.

Kadına özgü değerlerin en sert sorunları bile çözerek daha iyi bir gelecek kurulmasını sağlayabileceği sonucuna varan Athena Doktrini çalışması (6), yaz boyunca yöneticilerin demokratik tepkilere karşı duydukları öfkeyi, amaçlarına ulaşmak için evrensel değerleri nasıl yok sayabildiklerini açıklayabilir miydi? Erkek egemen toplumların tarihi savaşlarla geçmişti. Güvenlik ancak güçle, silahla sağlanabiliyordu. Günümüzde de savaşlardan henüz kurtulamamıştık. Barış hala iki savaş arasındaki sessizlik olarak tanımlanıyordu. Bu çatışmalı ortamda, 21. yüzyılın işletim sistemi olarak nitelendirilen kadınca yaklaşım nasıl bir çözüm getirebilirdi? Kitabın adında söylendiği gibi kadınlar ve onlar gibi düşünen erkekler geleceğin egemenleri olabilirler miydi?

Tuğba Kıraç kitapla ilgili yazısında (7) kadına ve erkeğe özgü değerleri listelemiş. Bir gruba baskın, güçlü, analitik, kibirli, çalışkan, odaklı, inatçı, özgür, bencil, azimli, cesur, kendinden emin, sınırlayıcı, lider, mantıklı, katı, mesafeli, agresif deniyor. Diğeri nazik, yaratıcı, sadık, pasif, tutkulu, popüler, güvenilir, üst sınıf, dost, uzlaşmacı, esnek, uyumlu, yeniliklere açık, çevik, akıllı, fedakar, kırılgan, sevgi dolu, asil, takım oyuncusu, mütevazı, içten, gerçekçi olarak tanımlanıyor. Günümüz devletleri ve yöneticileri için kullanılabilecek sözcükler hangi gruba ait oldukları hakkında ipuçları verebilir. Gelecek kadınlara ve onlar gibi düşünen erkeklere ait olabilir. Bugün erkeklerin ve onlar gibi davranabilen kadınların gibi görünüyor.

Yine de günümüzün sürekli gelişen iletişim dünyası, yürürlükteki sistemin sert yapısına yaslananların uykularını kaçırıyor olmalı. Bağımsız bir tepki için bir araya gelenleri gaz ve suyla dağıtamayınca, sopayla dövüp yıldıramayınca, rasgele kişileri şafak baskınlarıyla evlerinden aldıkları halde olmayan ve bu yüzden hiçbir zaman bulamayacakları kışkırtıcıları bulamamanın şaşkınlığıyla sıradan insanlara saldırıyorlar. Yalnızca onurlu bireyler olmak, kendi seçimleridoğrultusunda özgürce yaşamak isteyen, bu çabalarıyla saygıyı hak eden gençleri hedef alıyorlar. Sorunları güç kullanarak çözmeye alışkın erkek düşüncesinin somut bir düşman göremeyince içine düştüğü çaresizlikle, 21. yüzyılın yükselen özgürlük düşüncesini sopaları ve gazlarıyla boğmaya, öldürmeye çalışıyorlar.

Özgün yaklaşımlarıyla gelecekte yükselecek kadınlar gerçekten var mı, neredeler?

Düşünen, çalışan, üreten, anlamak isteyen erkeklerle birlikte yaşamın içindeler. Şimdilik erkekler ve erkek gibi davranarak kitleleri hizaya sokan kadınlar kadar güçlü olmayabilirler. Ama sanırım Athena doktrini doğru. Gelecek onların olacak.

....

Yazarların öykülerinin derlendiği bir kitabın adında yazım yanlışı olması 2013 Türkiye'sinde yaşanan bu olayları bilmeyenler için şaşırtıcı olabilir. Ancak şimdiden İnternet sözlüklerinde yerini alan bu terim, yakın bir gelecekte başka kaynaklarda da görülebilir. Ekşi Sözlük'te verilen güzel tanımlar arasında "Düşündüğüm, söylemek istediğim ama söyleyemediğim her şeyin özet geçilmiş halidir. çünkü konuşsam tesiri belli ki yoktur, sussam gönül razı değildir" ve "Direnişte yazılmış kağrolsun bağzı şeyler sloganı, yağmur altında sadece yaşasın diyerek zıpladığımız zamanki naifliğimizi hatırlatıyor bana, istemsizce gülümsüyorum her gördüğümde" dikkat çekiyor. (8)

Bağzı Şeylere Öyküler'in arka kapağındaki tanıtım yazısında Gezi Direnişi'nin bu topraklarda yaşanmış en önemli toplumsal hareketlerden biri olduğu, ilk sayfasındaysa yaşamını yitiren Ethem Sarısülük, Abdullah Cömert, Mehmet Ayvalıtaş, Ali İsmail Korkmaz, Medeni Yıldırım ve Mustafa Sarı'ya, yaralanan, sakat kalan ve yaşam mücadelesi verenlere adandığı belirtiliyor. Kitap Leylâ
Erbil'in Tuhaf Bir Erkek romanından bir alıntıyla başlıyor.

"şu da var
bütün acılara karşın
hayat
içimize bir nota bırakır ya
en bitik günümüzde
direnme notasını
bir zarfa mı koyar
bir deniz çırpıntısıyla mı
savurur
yüzümüze
neşe üşüşür hayatımıza
birden güç aşılar
iyi güçtür
baş eğdirmeyen
umut
altın kafesinden
çıkıverir
dolaşır tepemizde"

Girişte kitabı hazırlayan Kadir Yüksel'in "Öyküyü O Gençler Yazdılar" başlıklı bir sunumu var. "Asıl öyküyü o gençler yazdılar... En ustalıklı öyküyü, en acemi sanılan elleriyle yazdılar. Hepimize okumak düşüyor, dönüp dönüp yeniden okumak. Gençlerin sokakta yazdıklarını okudukça genç kalmak" diyor. Yazısının sonundaki notta öyküleri biraz farklı bir ölçütle sıraladığını, yazarların yayımlanan ilk öykü kitaplarını ölçü olarak aldığını, aynı yıl içinde öykü kitabı yayımlanan yazarlar arasında ise doğum tarihlerinin ölçüt olduğunu söylüyor.

Ferit Edgü Gezi-yorum'da "Herşey bir ilkle başlar" diyor. Adnan Özyalçıner "Alandaki Park", Necati Tosuner "Üstgeçit", Mehmet Zaman Saçlıoğlu "Düşsel Kahramanlarım Oradaydı", İlhan Durusel ve Tansu M. Gülaydın "Ayrı Düşmüş Metinler - Karşılıklı Metin Sergisi", Zafer Doruk "Kuş Bakışı", Aziz Gökdemir "Civan", Celal İlhan "Giriş Bu, Asıl Öykü Daha Sonra", Hakan Bıçakcı "İşten Eve Giden En Uzun Yol", Remzi Karabulut "Karşılık", Gamze Güller "Çok Daha Fazlası", Kerem Işık "Belkili İnsan Dolması", Zeynep Sönmez "Görünür Bir Kentte", Özcan Öztürk "Tamam, Mı? Devam, Mı?", Berna Durmaz "Sevdiğine Benziyor İnsan", Türker Ayyıldız "Tül", Mehmet Fırat Pürselim "Kompozisyon", Sinan Sülün "Büyük Başkan İçin Kötü Gün", Şenay Eroğlu Aksoy "Uzun ve Yoksul", Mahir Ünsal Eriş "Park Uykusu", Onur Çalı "Ağaç Baharı", Fuat Sevimay "Gelincik", Hakkı İnanç "Ağaçlar da Gürler", Zeynep Ünal "Düdük", Murat Taş "Son Barikat", Vuslat Çamkerten "Direnişte Aşk Başkadır" ve Semih Öztürk "Ateşböcekleri Yağmurda Sönmez" başlıklı öyküleriyle yer alıyorlar.

Kitabın ilk basımı 2013 Ağustos'unda yapılmış. Gezi Parkı'na iş makinelerinin 27 Mayıs'ta girdiği düşünülünce kısa sürede nitelikli bir çalışmanın gerçekleştirildiği, Gezi Parkı'nın edebiyatla buluştuğu rahatlıkla söylenebilir. Daha uzun bir zaman diliminde, insana ve yaşama duyarlı tüm yazarların katkısıyla kuşkusuz daha kapsamlı bir çalışma yapılabilirdi. Ama Kadir Yüksel'in yazısında belirttiği gibi bu derleme gerçekten "daha başlangıç" olabilir, "edebiyatımız bu diriliş
günlerine tanıklık etmekten geri" durmayıp yazmaya devam edebilir.

Kitapta değişik yaklaşım ve türlerde yazılmış kısa öykülerin yanında uzunca olanları da var. Yazıyı Gamze Güller'in "Çok Daha Fazlası" öyküsüyle, sıradan insanların yaz aylarında sıklıkla yaşadığı sahnelerden biriyle bitirmek istiyorum.

"Bir anda gaz bombaları düşüyor etraflarına. Göz gözü görmez oluyor. Nefes alamıyorlar. Kaçmak istiyor, kaçamıyorlar. Ceren'i arıyor Mert. Adını haykıracak, sesi çıkmıyor; gözleri, genzi, yüreği yanıyor. Ceren'in çadırına doğru koşmak istiyor. Bir yandan maskesini takmaya çalışıyor yüzüne. O tarafa gitme diyor bir arkadaşı. Mert onu dinlemiyor. Ceren'i bulmak zorunda. Ama yönünü bile bulamıyor. Ciğerleri yangın yeri. Birden püskürtülen suyla yere kapaklanıyor. Cehennemibildiğini zannederdi Mert, değilmiş, bu çok daha fazlası..."

1. Mehmet Arat, Bir Taksim Polisiyesi, http://www.sanatlog.com/sanat/bir-taksim-polisiyesi/

2. Kadir Yüksel, “Bağzı Şeylere Öyküler”: 28 Yazardan Gezi Parkı Öyküleri, http://www.edebiyathaber.net/bagzi-seylere-oykuler-28-yazardan-gezi-parki-oykuleri/

3. Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün Gezi Parkı Eylemleriyle İlgili Olarak Hazırladığı ve Ankara Barosu'nu Suçladığı Fezleke Baroları ve Avukatları Ayağa Kaldırdı, http://www.barobirlik.org.tr/Detay19625.tbb
4. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, http://insanhaklari.barobirlik.org.tr/

5. İnsan Hakları Nedir?, http://www.ihb.gov.tr/InsanHaklariNedir.aspx

6. John Gerzema, Michael D'Antonio, The Athena Doctrine: How Women (and the Men Who Think Like Them) Will Rule the Future, http://www.amazon.com/The-Athena-Doctrine-Women-Future/dp/111845295X

7. Tuğba Kıraç, Athena doktrini, http://www.radikal.com.tr/yazarlar/tugba_kirac/athena_doktrini-1144746

8. 28, iinflack; 29, lykos; https://eksisozluk.com/kahrolsun-bagzi-seyler--3864484?p=3