27 Nisan 2019 Cumartesi

Üç Beyaz: Ruhlar Evi


Son dönemde dünyadaki algılarda Irak Şam İslam Devleti adındaki örgütün önemli bir yer bulduğuna kuşku yok. Beyin duyusu, yerini bir tür IŞİD duyusuna bıraktı. Adından Irak ve Şam'ın çıkarılması küreselleşme isteklerine bağlı olsa gerek. İnsan, neresi ağrırsa oradan başka bir yeri düşünemiyor. Şu anda yaşanan vahşet, insanlığını yitirmemiş herkese dayanılmaz sancılar veriyor. Tüm bunların nasıl yapılabildiğini, ortada gerçekten Frankeştayn gibi yaratılıp kontrolden çıkmış bir canavar olup olmadığını, dünyanın her yerinden gelip masum insanları öldürebilenlerin dünyayı nasıl bir beyin duyusuyla algıladığını merak etmemek olanaksız.

Ruhlar Evi'nin kitap arkası yazısının başlığının "Pinochet Seçilseydi" olabileceğini düşünmüştüm. Son dönemde seçimleri yüceltme eğilimi epey arttı. Seçilmiş olmanın her türlü hakkı verdiği algısı yaratılıyor. Ama seçim sistemi sorgulanmıyor, özgürlük kavramından ayrılıyor, politik ve ekonomik bağlarla kontrol edilen toplumlarda, hele sistemin izin verdiği demokrasi kavramları bile dikkate alınmıyorsa, yapılacak seçimlerin kimi, nasıl seçtiği hep tartışmalı kalıyor. Hitler seçilmişti. Pinochet darbeyle geldi. Bu farkın bir anlamı olabilir mi? Önemli olan iktidara gelme yöntemi midir? İlkeler ve iş yapma biçimi midir? Seçimle veya ne şekilde gelinirse gelinsin, eleştiri ve denetime kendini kapatınca, insanların ve toplumların soluk alabileceği küçük alanları bile daraltmaya kalkınca sonuç hep aynı değil midir?

Dünya algımızı oluşturan bilgi sağanağında sanatsal bilgi, bilimsel bilgi ve kişisel bilgi kavramlarının ayrı bir yerleri, önemleri var. Toplumlar sanata ve bilime yaklaştıkça gerçeği daha nesnel görebiliyorlar. Kişisel bilgileri en yeni ve ileri bilgilere, düşüncelere dayanabiliyor. Uzaklaştıkça sorunlar artıyor. İnsanların kişisel bilgileri dış etkilerle belirleniyor. Egemen ve sığ söylemlerin peşine kolayca takılıyorlar.

Kişilerin, ister en gelişmiş ülkenin en tepesindeki kişi, ister her türlü fırsatı sonuna dek değerlendirerek güçlenmek isteyen bir başka lider, ister Afrika'nın dışlanmış ve aç bir çocuğu olsunlar, algıları bu üç kanaldan geçen bilgilerin toplamıyla oluşuyor, belirleniyor. Bilim ve sanatla beslenmeyen bilgi yanlış temellere oturuyor. Kişiyi yanlış yerlere, bakışlara, davranışlara götürüyor. Heykellerin ucube bulunması ya da sanatın içine tükürülmesi, sıradan insanın Einstein kuramına anlaşılmaz demesinden çok farklı değildir.

Oysa sanat, geçmişi ve bugünü anlayabilmenin, aydınlık ve güzel bir geleceği düşleyebilmenin en etkili yollarından biridir. Karanlıklardaki ışığı, pırıltı sanılan yansımalardaki çamuru gösterebilir. Öfkeye, baskıya, yasağa, yok saymaya meydan okur. Yepyeni sayfalar açar, açtıkça daha iyilerini, güzellerini bulur.

Yazının başlığı bu yüzden kitaptaki üç kuşağın üç kadını için "Üç Beyaz" oldu. Dünyada olabilecek her türlü kötülüğe ve zulme karşı duru, sessiz ve kararlı kalabilen bir temizliği simgelediği için.

....

Ruhlar Evi (1) birçok açıdan önemli bir kitap. Bir ailedeki üç kuşakla 20. yüzyıldaki değişime tanıklık etmesi, Amerika kıtasında ve Şili'de yaşandığı halde dünyanın her yerinde de geçmiş olabileceği, Latin Amerika edebiyatının özgün yanlarını taşıması ve aynı zamanda dünya ölçeğinde çok satması bu nedenlerden yalnızca birkaçı. Kitabın her bölümü, hatta her paragrafı da bunlara eklenebilir.

Kitabın Bille August'ün yönettiği, Meryl Streep, Glenn Close, Jeremy Irons, Winona Ryder ve Antonio Banderas'ın oynadığı bir filmi de var. (2) Konusuyla ilgili iki özet verilmiş. Filmi biri "Şili, 20. yüzyılın ikinci yarısı. Yoksul Esteban Clara'yla evlenir ve bir kızları olur. Esteban çok çalışır ve kendisini bir hacienda almaya ve yerel bir patriark olmaya götürecek parayı kazanır. Çok tutucu olur, işçileri ondan korkar. Blanca büyüyünce genç bir devrimciye, işçileri sosyalizm için savaşmaları için yönlendiren Pedro'ya âşık olur. Pedro ve Esteban'ın karşı karşıya gelmeleri kaçınılmazdır" girişiyle tanıtıyor. Diğeriyse Esteban'ın Clara'nın kardeşi Rosa'yla evlenmek istemesinden, para kazanmak için altın madeninde çalışmasından, Clara'nın ailede bir ölüm olacağını önceden bilmesinden, Rosa beklenmedik bir biçimde ölünce sessizliğe gömülmesinden de söz ediyor.

Ruhlar Evi ve Bille August, 1994'te Havana Film Festivali'nde "Latin Amerikalı Olmayan Bir Yönetmenin Bir Latin Amerika Konusunda Gerçekleştirdiği En İyi Yapım" ödülünü almış.

Televizyon için 2012'de çekilmiş "American Horror Story - Amerikan Korku Öyküsü" filminin Türkçe'deki adının "Ruhlar Evi" olarak verilmesi de Isabelle Allende ve Bille August imzalı "Ruhlar Evi" kitabı ve filmi için bir haksızlık, özgün başlıkları İnternet dünyasında korumanın zorluğuyla ilgili bir örnek olmuş.

....

Işık hızıyla iletişim çağında tüm kavramlar gibi sanat da sürekli bir değişim içinde. Üretilme, paylaşılma ve tüketilme biçimleri eskisinden farklı. Geleceğe yeni yaklaşımların damgasını vuracağı şimdiden görülüyor. Bir romanın filme çekilmesi, sanatın en güçlü dallarından bu ikisi arasında her zaman özel bir ilişkiye neden olmuştur. Günümüzde yeni bir etkileşim süreci olduğu söylenebilir. Bir romanın kitabı ve filmi eskiden adeta ayrı dünyalarda yaşarken, günümüzde filmi çekilmiş bir roman, kitabı henüz okumamış okuyucuların her an ulaşabileceği bilgilerle, üstelik zengin bir görsel dünyayla birlikte bulunuyor. Ruhlar Evi'ni filminden bağımsız olarak okuyabilecek bir okurla, kafasında Esteban Trueba için Jeremy Irons, Clara için Meryl Streep, Ferula için Glenn Close, Pedro için Antonio Banderas görüntüleriyle okuyacak okurun kuracakları gerçeklik sanırım aynı olmayacaktır.

Konusunu Şili'de yaşanmış gerçek olaylardan alan Ruhlar Evi'nde okurun, bazı karakterlerin yüzlerini gerçek dünyadaki karşılıklarından alarak yerleştirmesi de kaçınılmaz.

....

"Anneme, büyükanneme ve bu öyküdeki bütün olağanüstü kadınlara."

Ruhlar Evi bu sunuşla başlıyor. Sonra Pablo Neruda'dan bir alıntı var:

"İnsan dediğin kaç zaman yaşar sonunda?
Bin gün müdür yaşadığı tek gün mü yoksa?
Bir haftacık mı? Yüzlerce yıl mı?
Kaç zaman sürer kişinin ölmesi?
Ya sonsuzluk, onun anlamı ne?"

Ruhlar Evi, büyülü bir dünyanın gerçeğe hiç de uzak olmayan kapısını açıyor. Kitapta öykünün olağanüstü kadınlarından üçünün ayrı bir yeri var. Üç beyazın, temizliğin ve iyiliğin simgeleri Clara'nın, Blanca'nın ve Alba'nın. Anlatılan ana öykü Esteban Trueba'nın, nişanlısı Rosa'yla evlenmek için zengin olmayı kafasına koyan ve çabalarına bir madende başlayıp büyük bir çiftlikte başarıya ulaşan genç bir adamın uzun sürecek yaşamına dayanıyor. Romanın ana kahramanının Şili ve onun 20. yüzyıldaki değişim süreçlerinde acılar içinde varlıklarını sürdürmeye çalışan çileli insanları olduğunu söylemek de yanlış olmaz.

Isabelle Allende'nin kitabı, gerçekliğin özgün bir yansımasını büyülü dünyasında kurabilmiş olmanın çok ötesine geçiyor. Yaşamın, toplumsal ve bireysel ilişkilerin, yirminci yüzyıla damgasını vurmuş sistemlerin ve içinde bulundukları değişim sürecinin öyküsü oluyor.

Yazarın kitaplarında anlattığı olayların geçtiği yerler arasında on beşinci, on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllar boyunca Şili, 1960 Venezüella'sının gerilla hareketi, Vietnam Savaşı ve 18. yüzyılda Haiti'deki köle ayaklanması bulunuyormuş.

1981'de Allende hâlâ Şili'de yaşayan sevgili büyükbabasının ölmekte olduğunu öğrenmiş. Onların evindeki yaşamıyla ilgili çocukluk anılarını öyküleştirdiği bir mektup yazmaya başlamış. Dedesi mektubu okuyamadan ölmüş. Ama mektup, 40 yaşındayken onun yazarlık yaşamını başlatacak olan "Ruhlar Evi" kitabı için temel olmuş. Roman, 1920'lerle 1973'teki askeri darbe arasındaki dönemde Şili'de yaşayan iki ailenin yaşamlarını ayrıntılandırıyormuş. Hem bir aile destanı, hem de politik bir tanıklık olarak tanımlanmış.

Isabel Allende yazarları iyi hırsızlara benzetiyor. Bir gerçeği aldıklarını ve bir büyü numarasıyla onu tümüyle tümüyle yeni bir başka şeye dönüştürdüklerini söylüyor. Yazmanın en iyi yanlarını gizli hazineler bulmak, unutulmuş olayların üzerine bir ışık tutabilmek, yorgun ruhları düş gücüyle canlandırabilmek, bir çok yalandan bir tür gerçek yaratabilmek olarak sıralıyor.

Ruhlar Evi'ni yazmaya götürecek yolun başlangıcını şöyle anlatıyor:

"Yaşamımın ilk bölümü 11 Eylül 1973'te sona erdi. O gün Şili de acımasız bir darbe oldu. Başkan Salvador Allende, demokratik bir seçimle gelen ilk sosyalist başkan, öldü. Birkaç saat içinde ülkemdeki demokrasi yüzyılı sona erdi ve yerini bir terör rejimi aldı. Binlerce kişi tutuklandı, işkence gördü, öldü. Birçoğu ortadan yok oldu ve cesetleri hiçbir zaman bulunamadı. Allende ailesi kaçmak zorunda kaldı ve yurtdışında olanlar geri dönemedi. Ben, giden son kişiydim. Artık dayanamayacak hale gelene kadar kaldım, 1975'te eşim ve çocuklarımızla birlikte kaçtım."

Ardından kitabın ortaya çıkış sürecini özetliyor:

"Kaderim 8 Ocak 1981 günü değişti. Karakas'ta büyükbabamın ölmekte olduğunu bildiren bir telefon aldığım gün. Ona veda etmek için Şili'ye gidemezdim, bu yüzden o akşamüstü o sevgili yaşlı adam için bir tür manevi mektuba başladım. Onun bunu okuyacak kadar yaşamayacağını biliyordum, ama bu durum yazmamı engellemiyordu. İlk cümleyi bir trans durumunda yazdım: 'Barrabas bize denizden geldi.' Barrabas kimdi, niçin denizden gelmişti? En küçük bir fikrim bile yoktu ama şafağa dek bir çılgın gibi yazmayı sürdürdüm, bitkinliğin beni alt ettiği ve yatağıma kıvrıldığım zamana dek. Eşim 'Ne yapıyordun?' diye mırıldandı. 'Büyü' diye yanıtladım. Ve gerçekten büyüydü bu. Sonraki akşam yemeğinden sonra yazmak için yine kendimi mutfağa kilitledim. Her gece yazdım, büyükbabamın ölmüş olduğu gerçeğine aldırmadan. Metin birçok ince dalı olan devasa bir organizma gibi büyüdü, yılın sonunda mutfaktaki sayaç beş yüz sayfayı gösteriyordu. Artık bir mektuba benzemiyordu. İlk romanım, Ruhlar Evi, doğmuştu. Gerçekten yapmak istediğim tek şeyi bulmuştum: öyküler yazmak."

Yazmanın kendisi için önemini vurguluyor:

"Geçen yirmi yıldan fazla zamanda, dostlarım, öğrendiğim yalnızca tek bir şeyin kesin olduğudur. Hiçbir şey ruhumu yazmaktan fazla coşturamaz. Yazmak kendimi genç, sağlam, güçlü, mutlu hissetmemi sağlıyor. Müthiş! Benim yaşımda hemen hemen olanaksız olsa da, kusursuz bir âşıkla sevişmek kadar can katan bir iş."

Yazma sürecinin zorluklarına değiniyor:

"Yaşamın dokusundan romanlar yapılır. Bir roman, uzun ve sabırlı bir anlatıdır, Çok iplikli ve çok renkli ince bir duvar halısının dokunması gibidir. Sezgilerle çalışırım, ne yaptığımı çok iyi bilmeden, günün birinde dönüp çıkan tasarıma bakarım. Bir kitabı hiçbir zaman gerçekten bitirmem, yalnızca vazgeçerim. Her zaman söylenebilecek daha fazla şey vardır, olayın yeni bir yöne dönmesi, başka bir şaşırtıcı karakter çıkması, değiştirilecek, düzeltilebilecek, derinleştirilebilecek pek çok ayrıntı. Bir öykü, kendi yolu olan yaşayan bir canlıdır, benim işim onun kendisini anlatmasına izin vermektir. Ulaşılacak sonucu fazla düşünmeden yazma sürecini seviyorum. Bunlar temsilcimin ve yayıncımın ilgilendiği konulardır."

Bir romanın tutku, sabır ve kendini tümüyle vermeyi gerektirdiğini belirtiyor:

"Tam bir bağlılıktır, âşık olmak gibi. Yazmayı tetikleyen ilk itici güç benim için hep, uzun süredir benimle birlikte yaşayan çok güçlü bir duygudur. Zaman motivasyon kaynaklarını ortaya çıkarır ve onu anlatabilmem için gereken uzaklığı, belirsizliği ve ironiyi sağlar. Fırtınanın ortasında yazmak zordur. Öyküyü sert rüzgarlar geçtikten ve fazlalıkları sezebilecek duruma geldikten sonra yeniden yaratmak, öncelik verilmesi gereken bir yaklaşımdır. Mücadele, kaybetmek, bellek. Bunlar yazma etkinliğimin hammaddeleridir."

Yaptığı bir konuşmaya sevdiği bir Yahudi atasözünü aktararak başlıyor:

"Soru: Gerçekten daha gerçek olan nedir?
Yanıt: Öykü."

Allende üzerindeki Marquez etkisi için şunlar dile getirilmiş:

"Allende'nin 'büyüsel gerçekçi' anlatım tekniği anında ve kaçınılmaz olarak Ruhlar Evi'nin Latin Amerika edebiyatının devi Yüz Yıllık Yalnızlık (1970) yapıtıyla karşılaştırılmasını getirdi. Önceki söyleşilerinden birinde Allende'nin kendisi de bu noktaya değindi, Garcia Marquez'in başyapıtının kendi kuşağındaki yazarların hemen hemen tümü gibi onu da etkilemiş olduğunu belirtti."

"Bugün Allende adı, çağdaş Latin Amerikan Edebiyatı'nın en büyükleri katında daha önce yer bulan 1960'lar ve 1970'ler Latin Amerikan Patlaması'yla ilgili adlar Gabriel García Marquez, Carlos Fuentes, Julio Cortázar ve Mario Vargas Llosa'nın yanında en çok tanınan seslerden biridir."

....

Ruhlar Evi'nde seçilen bir başkan var, ama tarihe özgürlüğün acılı yollarının önemli yürüyüşçülerinden biri olarak geçen Salvadore Allende'nin adı geçmiyor. Büyük bir şairin cenaze töreni anlatılıyor ama Pablo Neruda, radyo denen mucize sayesinde kadife sesi ülkenin en uzak köşelerine ulaşabilen bir Pedro Tercero Garcia var ama Victor Jara yok.

Kitabın her bölümü öykünün üç beyazının ve Şili'nin yakın tarihinin belirli kesitlerine karşılık geliyor.

İlk beyaz Clara'nın babası Severo del Valle "bir dinsiz ve mason", annesi Nivea "Tanrıyla aracısız alışveriş etmeyi yeğlerdi" sözleriyle tanıtılıyor. Clara içinse "Küçük Clara durmadan okuyordu. Ayrım tanımayan bir kitap sevgisi vardı. Marcos Dayısının o sihirli sandıklarındaki büyülü kitapları sevdiği kadar babasının çalışma odasındaki Liberal Parti belgelerini okumayı da seviyordu" deniyor.

İkinci beyaz Blanca "Çoğu çocukların daha kıçlarında bezle dolaştıkları yaşta Blanca zeki bir cüceyi andırıyordu" sözleriyle sahneye çıkıyor.

Üçüncü beyaz Alba okula gitmiyor. Anneannesi, onun kadar yıldızı barışık ve kısmetli birinin okuma yazma dışında hiçbir şey bilmesine gerek olmadığını, bunları da evde öğrenebileceğini düşünüyor. Alba beş yaşındayken kahvaltı masasında gazeteleri okumaya ve haberleri dedesiyle tartışmaya başlıyor. Altı yaşındayken büyük dayısı Marcos'un sihirli sandıklarındaki büyülü kitapları keşfediyor ve imgelerin dönüşü olmayan dünyasına tümüyle giriyor.

Küçük bir çocukken Alba, Esteban Garcia'yla karşılaşıyor. Delikanlı bu küçük kız çocuğundan neredeyse Trueba'dan nefret ettiği kadar nefret ediyor, Alba'nın onun hiçbir zaman elde edemeyeceği, olamayacağı şeyleri simgelediğini düşünüyor. İçinden onu incitmek, kırıp ortadan kaldırmak geliyor ama bir yandan da yumuşak tenini elinin altında bulundurmak istiyor.

Aday'ın başkanlık seçimlerini kazanmasından sonra yapılan kutlamalar anlatılıyor:

"Görülmedik bir manzaraydı bu: sıradan vatandaşlar -kalın tabanlı iş kunduralarıyla fabrika işçileri, kucakları bebeli kadınlar, ceketsiz öğrenciler- eskiden kırk yılda bir girdikleri ve tamamen yabancısı oldukları o zenginlere özgü semtte serinkanlılıkla yürüyorlardı. Şarkılarının yankısı, ayak sesleri, meşalelerinin parıltısı panjurları kapanmış sessiz evlerin içine sızıyordu."

Darbe sonrası içinse şunlar söyleniyor:

"Askeri yönetim bir kalem vuruşuyla dünya tarihini değiştirdi, rejimin hoş görmediği kaç olay,ideoloji ve kişi varsa hepsini sildi. Haritaları yeniden düzenlediler, çünkü Kuzeyin tepede, sevgili anavatandan uzaklarda olmasına hiçbir nedence yoktu; aşağıya yerleştirilirse göze daha hoş görünürdü. Yetkililer elleri değmişken uçsuz bucaksız kıyı suları da çizdiler."

Şair'in cenaze töreni ölümsüzleştiriliyor:

"Şair deniz kıyısındaki evinde ölüyordu. Sağlığı epeydir bozuktu ve son olaylar onun yaşama arzusunu tüketmişti. Askerler kapısını kırıp evine girmişler, kaçak silah ve komünist aramak bahanesiyle onun salyangoz koleksiyonunu, deniz kabuklarını, kelebeklerini, şişelerini, yedi denizden bulup getirmiş olduğu gemi süslerini, kitaplarını, tablolarını, bitmemiş şiirlerini yağmalamaya girişmişlerdi, öyle ki göğsünün içinde çarpan şair yüreği teklemeye başlamıştı. Onu başkente götürdüler, Şair dört gün sonra burada öldü. Yaşama türkü söylemiş olan bu adamın son sözleri, 'Onları vuracaklar! Onları vuracaklar!' oldu. Ölüm saatinde dostlarının hiçbiri başucuna gelemedi: hepsi kaçak, sürgün ya da ölüydüler. Sırttaki mavi evi yarı harabe durumundaydı, zemini yakılmış, pencereleri kırılmış. Bu, komşuların dediği gibi askerlerin işi miydi, yoksa askerlerin dediği gibi komşuların işi miydi, kimse bilmiyordu. Dünyanın her köşesinden cenazesinde bulunmak üzere gelen gazetecilerin yanında gelmek yiğitliğini gösteren bir avuç insanın katılımıyla cenaze töreni yapıldı. Senatör Trueba ideolojik yönden onun düşmanıydı, ne var ki onu çok zaman evinde ağırlamıştı ve şiirlerini ezbere biliyordu. Yanında torunu Alba'yla tepeden tırnağa siyahlar giymiş olarak törene katıldı."

"Sessizlik içinde yürüyorlardı. Birden birisi boğuk bir sesle Şair'in adını çağırdı ve herkes bir ağızdan yanıtladı: 'Burda! Şimdi ve her zaman!' Sanki bir sübap açılmış ve o günlerin olanca acısı, korku ve öfkesi oradakilerin bağırlarından kopup sokağa dökülerek müthiş bir haykırışla kapkara bulutlara yükselmişti. Bir başkası 'Companero Başkan!' diye bağırdı ve hep bir ağızdan yas tutanların vaveylasıyla yanıtladılar: 'Burada! Şimdi ve her zaman!' Şairin cenaze töreni özgürlüğün simgesel törenine dönüşmüştü."

"Alba, 'Yaşamasını bildiği gibi ölmesini de bildi!' diye karşılık verdi."

....

Salvadore Allende seçilmişti. Ama kendileri seçilince seçimleri kutsal bulanlar, bir başkası seçilince sonucu kabul etmediler.

....

Kitaptaki ruhlara gelince...

Evet, Ruhlar Evi'nde ruhlar var, ama pek de fazla çıkmıyorlar karşınıza. Üstelik dünya üstündeki insanın acımasızlığı karşısında çoğu kez çaresiz kalıyor, ancak sevgiyle bakan dost bir bakışın sıcaklığını hissettirebiliyorlar.


1. Mehmet Arat, Kitap Arkası/Ruhlar Evi, http://kitapdili.blogspot.com.tr/2014/10/ruhlar-evi.html

2. Bille August, The House of the Spirits, 1993, http://www.imdb.com/title/tt0107151/

26 Nisan 2019 Cuma

Öykünün Öyküsü (2013 Öykü Yıllığı Üzerine)


Kemal Gündüzalp öykü yıllıklarını sürdürmezse diye epey korkmuştum. 2013 Öykü Yıllığı'nı görünce çok sevindim. (1) Üstelik, böylece yine bedavacılık yapabilecektim. Kitaplar, dergiler, öyküler arasında yapılan yolculukların sonuçlarını elimde tuttuğum bir kitapta görüp aylar sürebilecek araştırmalara gerek kalmadan gökyüzündeki yıldızlar gibi değişik parlaklıktaki ışıltılarıyla yıla yayılan öykülerle ilgili çok değerli bilgilere ulaşacaktım.

Ama kitaba göz attığımda birden sarsıldım. Geçen yıl "Ardından yılın içinden esintilerle en keyifli bölüm geliyor" sözleriyle yansıttığım öykü seçkisi bu kez yoktu.

Gecenin geç bir saatiydi. Yıllığı okumak kadar hakkında yazmanın da güzel olacağını düşünüyordum. Aklımdan "Öyküyü Kovalayan Yaşam: 2013 Öykü Yıllığı Üzerine" başlığı geçiyordu. O kadar hızlı akıyordu ki yaşam, insanlar düş kırıklıklıklarından umutlar yaratmaya çalışıyor, öykülerin küçük ışıklarında yaşamda olmayan güzelliklere dair izler buluyorlardı.

2013 önceki yıllardan (belki onyıllardan da) çok farklı olmuştu. İnsanlar birleşmenin ve yaşama yön vermenin yeni yollarını bulmuşlardı. Gezi sözcüğü, umut çağrışımlarıyla birleşerek yeni bir anlam kazanmıştı. Taksim'deki bir park, toprağa ve yaşama sarılmanın, ayağa kalkmanın simgesi olmuştu. (2)

2013 Öykü Yıllığı'nda önceki yılın yıllığı hakkında yazılanlar arasında Sanatlog'daki yazıma yer verildiğini görmek beni mutlu etmişti. "Öyküyü Kovalayan Yaşam" başlığını düşünmemde Gezi olaylarında ve sonrasında yaşananların etkisi vardı. Düşüncelerimizi, yazdıklarımızı hızla paylaşabilmemiz yaşamda yeni güzellikler ve olanaklar yaratıyordu.

Ama bu yılki öykü yıllığında öykü seçkisine yer verilmemiş olması, beni beklediği bayramlıklar alınmamış bir çocuk gibi üzmüştü.

Önceki yıllıkla ilgili yazıda şöyle yazmıştım:

"Öykünün ışığını, bu ışığı görüp yakalayanların yaktığı başka ışıkları tek bir kitapta buluvermek çok güzel. Öykünün büyülü dünyasını anlatan, içine dalıp tadını çıkararak doyasıya gezme isteği uyandıran bir Öykü Yağmuru'yla karşılaşıvermek."

Kuşkusuz olumlu açıdan bakmaya çalışınca, öykü yıllığının yine bu ışığı anlattığı, geçen yıldan seçilmiş örnekleri kitapta bulamayan okurların daha büyük bir istekle dergilerin, kitapların peşine düşeceği söylenebilir.

Yine de geçen yıldan öykü örneklerine yer verilmemesi önemli bir eksiklik olarak değerlendirilebilir.

Bir süredir ne kadar süreceğini, bitirip bitiremeyeceğimi şimdilik bilmediğim bir çalışmanın içindeyim: Öykünün Öyküsü. İnsanın tarih boyunca yaşadıklarını öykünün öyküsünde anlamaya, anlatmaya çalışıyorum. Sanırım bu yolculuğa Homeros'un İlyada'sından başlamak yanlış olmaz. (3) Bu başlangıç yazdıklarımı şimdiden etkilemeye başladı. (4)

Öykünün bir yıllık öyküsünü anlatan bu yıllıklar çok önemli birer kaynak olmuş. Yüzlerce, belki binlerce kapı açıyor. İstediğini seçip aralayarak benzersiz yolculuklara çıkmak okuyucuya kalmış. Nereden geldiğimizi ve nereye gitmekte olduğumuzu, yaşamın öykülerinin ve öykünün yaşamlarının sesleriyle duymaya ve duyurmaya çalışan edebiyat dostlarının çabaları, katkıları gerçekten çok değerli.

....

Önceki yıllığın (5) alt başlığı Öykü Yağmuru'ydu. Nicel büyümenin yol açtığı sorunlara ilişkin somut değerlendirmelerden ayrıldığında bu nitelemenin yanlış anlamalara yol açabileceğini düşünmüştüm. (6)

Öykü yıllığı bu yıl "Öykü Yıllığı - 2" ve "Öykü Tarihine Önemli Bir Kayıt" alt başlıklarıyla çıkmış.

"Öykü Yağmuru" sürmüş. Yağmurun bereketiyle toprağın gür ve yeşil otlarla kaplanması, ağaçların bulutlara yükselmesi, öykü ormanının bereketiyle her yanı kaplaması yakın olsa gerek.

Kemal Gündüzalp'in öyküye değer ve gönül veren dost katkılarla hazırladığı yıllıkların gerçekten çok önemli kayıtlar olduğuna kuşkum yok.

Yine de insanların yaptıklarından önce adlarının önem taşıdığı günümüz koşullarında yetişmemiş biri olarak "Öykü Tarihine Önemli Bir Kayıt" alt başlığını kapakta görmeyi biraz yadırgadığımı söylemeliyim. Bunda, bunca çabayla hazırlanmış önceki yıllığa karşı sessiz kalan çevrelere bir sesleniş olabileceğini düşündüm.

Yıllıktaki öykü ve hikâye karşılaştırmalarını görünce bu yazı için aklımdan bir alt başlık geçti:

"Öykünün yükselişi hikâye mi olacak?"

Sözlük, kaynağını Arapça olarak belirttiği hikâye sözcüğü için üç karşılık vermiş. (7)

İlk ikisi "bir olayın sözlü ya da yazılı olarak anlatılması" diye tanımlanan yaygın kullanım ve yazındaki ""öykü" karşılıkları.

Üçüncüsü, "Anlattıkları hep hikâye, gerçekleri bulmak bize düşüyor" örneğiyle verilen aslı olmayan söz, olay.

Hikâye birleşik zamanı için "yalın zamanlı bir eylemin geçmişte yapıldığını anlatan kip" deniyor, bu birleşik zamanın "idi" ekiyle kurulduğu belirtiliyor.

Hikâye etmek içinse, "ayrıntılarıyla anlatmak, söylemek" karşılıkları, İlhan Selçuk'tan “Babam da ayrı ayrı dört çocuğuna nasıl fedakârlık yaptığını hikâye etti” örneği veriliyor.

Hikayenin üçüncü anlamıysa aslı olmayan söz, olay. Bu canlanma temelsiz bir çıkışa dayanıyor olabilir mi? Öykünün yükselişi ayakları yere basmayan bir hikaye olup kalabilir mi? Umutlarımız boşa mı çıkacak? Öykünün yükselişi hikaye mi olacak?

Sanırım öykü yağmuru sürdükçe yazarlar ve öyküleri toprakta kök salmanın yollarını bulacaklar. Yeni filizler yeşerip göklere yükselecek. Yılların azalan çoğalan yağmurları toprağı besleyip yeşertecek, çölleşmesini önleyecek.

Öyküye gönül ve emek veren insanlar yaşadıkça öykünün yükselişi hikâye olmayacak.

....

2013 Öykü Yıllığı girişinde Kemal Gündüzalp'in özgeçmişi var. 1953 Urfa doğumlu olduğu, Ceylanpınar ve Ankara'da öğrenim gördüğü, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi'ni bitirdiği, ilk şiirinin 1971'de, ilk yazısının 1972'de, ilk öyküsünün 1973'te yayımlandığı, 1976-2014 arasında yüz sekiz dergide altı yüzü aşkın şiir, öykü, eleştiri, deneme, tanıtma ve incelemesinin yer aldığı belirtiliyor. Aldığı ödüller, aralarında Yangın Gülleri (2013, öykü) ve İlk Bakışta Aşk (2014, Gençlik Romanı) adlı kitapları bulunan yapıtları listeleniyor.

İçindekiler bölümünde yıllığın yapısı görülebiliyor. Teşekkür ve sunuyu genel değerlendirme ve öykü günü bildirisi izliyor. Ardından soruşturmalar, 2013'te yayımlanan öykü kitapları ve dergilerde öykü üzerine yazılanlar, öykü ve roman ilişkisi ve öykü ve öykücüler üzerine yazılardan seçmeler, 2013 öykü ödülleri geliyor. Kitabın sonunda geçen yılın yıllığı üzerine yazılan yazılara ve taranan dergi listesine yer verilmiş.

Yalnızca bu başlıklar bile içeriğin genişliğini, özenli ve ayrıntılı bir çalışma yapıldığını gösteriyor.

Teşekkür yazısında Kemal Gündüzalp 2013 yılı Dünya Öykü Günü Bildirisi'ni yazan Mustafa Balel'den başlayarak katkısı olanların adlarına yer vermiş. Özcan Karabulut'un, 14 Şubat Dünyanın Öyküsü Dergisi'nin ve Uluslararası Ankara Öykü Günleri Derneği'nin desteklerinin katkısını vurgulamış.

Kemal Gündüzalp sunuda hâlâ bir ekip bulunmadığını, ancak ulaşamayacağı konularda yazmaya gönüllü yol arkadaşları Ayşegül Tözeren, Kadir Yüksel ve Yaqob Tilermeni'nin katkılarıyla belki de bir ekip oluştuğunu söylüyor. Önceki yıllıkla ilgili görüşlerden, örneğin dergilerde öykü yayımlayan yazarların anılmasını ve sayısal bilgileri olumlu bulanların da, sıkıcı bulanların da olduğundan söz ediyor. Yıllıkta nesnel davranmaya çalıştığını, kendisine yakın bulmadığı dergileri de tarayarak andığını belirtiyor.

Bu yıl sayfa sorunuyla karşılaşmamak için yayıncının "öykü almama" görüşü ağır basmış. Kemal Gündüzalp, en azından örnekçe bağlamında öyküler seçilmesini doğru buluyor. Yapılan işin dergilerden öykü derlemesi kolaycılığı olmadığını, belli konu ve alanlardaki soruşturmalarla bir tartışma platformu yaratmaya çalıştığını belirtiyor, "neden öykü yok?" diyenlerin yayıncıya yazabileceklerini ekliyor.

Merkez ya da "ana akım" dergiler yıllığa karşı "mesafeli" duruyorlarmış. Öykünün yükselişte olduğu söylenip atölyeler açılır, övgüler düzülürken bunca emekle üretilen bir öykü yıllığına sessiz kalınmasını Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "sükut suikastı" sözüyle birlikte aktarıp kararı okura bırakıyor. Öyküleri ve ilk kitaplarıyla biraz beğenilip Burnu Kafdağı'na varan bazı yazarların yıllıkta kendilerine verilen yere göre bir ölçüt oluşturmaya çalışarak "ana akımcılık" oynamasını da can sıkıcı bir konu olarak niteliyor.

Kemal Gündüzalp bu yılki ana konunun öykü-roman ilişkisi olmasını istemiş. Öykünün romanla boy ölçüşemese de kendi geçmişine göre daha çok yazıldığından, Nobel Yazın Ödülü'nün Alice Munro'ya verilmiş olması kendi başına bir ölçüt oluşturamasa da öykünün de bir ödül almış sayılabileceğinden söz ediyor. Geçen yılki yıllığın bir ilk olmadığını, daha önce Sadık Yalsızuçanlar'ın hazırladığı Edebiyat Ortamı Öykü Yıllığı'nın yayımlandığını, ancak yıllıkta Kürtçe öyküye yer verilmesinin bir ilk olduğunu, bu yıl da yine Yaqop Tilermeni'nin hazırladığı Kürtçe öykünün yıllığın ana konularından biri olduğunu belirtiyor. Henüz genel kabul görmese de "Türkiye Yazını" kavramı için bunun gerekli olduğunu, çok dilliğinin evrensel değerinin anlaşılmasını umduğunu söylüyor. Geçen yılıktaki son sözünden "okur önemsediği sürece bu tür çalışmalar anlam kazanır ve var olmayı sürdürürler alıntısını" yapıyor. Sennur Sezer'in 10 Nisan 2013 tarihli Evrensel Gazetesi'ndeki yazısından "Okur kardeş, sözümüz sanadır. Yıllıkları önemsemek satın alarak olur elbet" sözünü aktarıyor.

Okur kardeş, yıllıkları satın almak onların gelişmesine, öykülerin dünyasına daha fazla ulaşılmasına, edebiyatın her an değişen dinamik yapısının anlamlı bir kesitinin çıkarılmasına, Kemal Gündüzalp'in sunuşunun sonunda belirttiği gibi "seçme öykülere" de yer açarak yaşayabilmesine, birleştikçe büyüyen önemli bir katkı olmaz mı?

....

"2013 Yılında Öykü / Öykü Yağmuru Sürüyor" başlıklı bölümde Kemal Gündüzalp'in genel değerlendirmesi var. Nadine Gordimer'in Oğuz Tecimen'in çevirisiyle Notos'ta yer alan "Öykü Romandan Nasıl Ayrılır?" başlıklı yazısından bir alıntıyla başlıyor:

"Öykü de, roman da aynı malzemeyi kullanır: insanın deneyimi. İkisi de aynı şeyi hedefler: bunu aktarmak. İkisi de aynı aracı kullanır: yazılı dil."

Kemal Gündüzalp değerlendirmesine önceki yıl "öykü yağmuru" için söylediği "eleştirisiz bir ortamda bu yağmurun sel ve taşkın dışında nelere yol açtığı kesin olarak belirlenemiyor" sözüyle başlıyor. Eleştirinin bent olma işlevinden, taranan dergilerde bin sekiz yüze yakın öykü yayımlandığından, bu yağmur suyunun nereye gittiğini kestirmenin olanaksızlığından söz ediyor. Son beş yılın karşılaştırılmasında öykü kitaplarında bu yıl rekorun da rekorunun kırıldığı saptamasını yapıyor. 2011'de iki yüzü, 2012'de üç yüzü aşan yayımlanan öykü kitapları sayısı 2013'te dört yüzün üzerine çıkmış. Yazıda yayınevlerinin yayımladıkları kitaplarla ilgili sayısal bilgiler veriyor. Yayımlanan 243 öykü kitabının 158'inin ilk öykü kitabı olduğunu söylüyor. Daha çok ozan olarak tanınan Hüseyin Peker'in Rüzgarlı Ceket adlı ilk öykü kitabından söz ederken bu yıl dört ozanın ilk öykü kitabının yayımlandığını, ayrıca dergilerde daha çok ozanın öyküsüne rastlandığını belirtiyor. Yayımlanan kitaplardan ve yazarlardan bazılarının adlarını geçiriyor, 158 ilk öykü kitabını anmanın bile burada çok zor olacağı saptamasını yapıyor.

İlk öykü kitaplarından sonra yeni öykü kitaplarıyla ilgili bilgiler veriyor. Kenan Hulusi Koray (Beşer Dakikalık Hikayeler), Fahrettin Demir (Yol Etekli Kuş Kanatlı), Hakkı Özkan (Kiracımız), Ferit Edgü (Giden Bir Geminin Ardından), Yılmaz Karakoyunlu (Ekinler Gece Büyür), genç yazarlardan Neslihan Önderoğlu (Mevsim Normalleri), Aslı Solakoğlu (Dış Balkon İç Ses), Murat Taş (Uçurtmanı Al da Gel), Mahir Ünsal Eriş (Olduğu Kadar Güzeldik), Gökhan Yılmaz (İkiye Kadar Sayamamak) gibi yazar ve kitapların adlarını geçiriyor. Yılın gülmece kitabı olarak Muzaffer İzgü'den "Çapulcu musun? Vay Vay" anılıyor.

Yeni baskı yapan öykü kitaplarının yazarlarını on kitapla Sait Faik Abasıyanık, üç kitapla Ayşegül Çelik, ikişer kitapla Halikarnas Balıkçısı, İnci Aral, Murat Yalçın, Özcan Karabulut olarak belirtiyor, içlerinde Aziz Nesin, Cihan Aktaş, Ferit Edgü, Feyza Hepçilingirler, Erendiz Atasü, Leyla Erbil gibi usta yazarlarla, Emel Kayın, Ethem Baran, Remzi Karabulut, Kadir Aydemir, Cem Selcen, Gökhan Yılmaz gibi yazarların bulunduğu 29 yazarın birer kitabının yeni baskı yaptığını söylüyor.

Kemal Gündüzalp son beş yılda (sayıların hemen hemen eşit olduğu 2009 dışında) ilk öykü kitaplarının sayısının yeni öykü kitaplarından fazla olmasında eski öykücülerin romana yönelmesinin etkisi olduğunu söylüyor. Kadın ve erkek yazar, seçme öykü kitapları ve kolektif kitaplar, içinde öykü bulunan kitaplar, çizgili öykü kitabı sayılarını örnekler ve yorumlarla aktarıyor. İçinde öykü bulunan kitaplarda önceki iki yıla göre düşüş olduğunu belirtiyor. Öykücü ve öykü üzerine kitaplardan, Afşar Timuçin'den Sait Faik'in Dünyası, Necip Tosun'dan Öykümüzün Kırk Kapısı, Cemil Kavukçu'dan Örümcek Kapanı, Abdullah Harmancı'dan Kurmacanın Büyülü Sureti, Şemsettin Yapar'dan Genç Hikayecilere Tavsiyeler adlarını geçiriyor.

Çeviri öykü kitaplarında önceki yıla bir düşüş olduğunu belirterek saptayabildiği 44 kitaptan bazılarının sözünü ediyor. Alice Munro'dan Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik (Çeviren: Roza Hakmen), Raymond Carver'dan Aşk Konuştuğumuzda Ne Konuşuruz? (Çeviren: Ayşe Sabuncuoğlu) ile birlikte Etgar Keret, Junot Diaz, Joseph Conrad, İvan Turgenyev, Thomas Bernhard, Juan Rulfo ve Fernando Pessoa'nın yayımlanan kitaplarını belirtiyor. Yazınsal emeğe saygı gereği çevirmenleri anmak gerektiğini söyleyerek Avi Pardo, Dost Körpe, Sami Türk, Roza Akman, Tahsin Yücel ve Yıldız Ersoy Canpolat adlarına yer veriyor.

Ödülleri üç grupta değerlendiriyor. Öykü ödülleri, öykücü yazarlara verilen ödüller ve onur ödülleri. Bazen Hayat ile Sait Faik Hikaye Armağanı'nı alan Sine Ergün, İçeri Girmez miydiniz? ile Haldun Taner Öykü Ödülü alan Neslihan Önderoğlu, Öteki Kışın Kitabı ile Yunus Nadi Öykü Ödülü alan Bora Abdo, Sarkaç ile Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü alan Şengül Can adlarını verip ödül kazanan diğer yazarların ek listede görülebileceğini belirtiyor. Diğer gruptaki ödüllerde, PEN Öykü Ödülü'nün Leyla Erbil'e, 13. Ankara Öykü Günleri Ödülü'nün Pınar Kür'e, Erdal Öz edebiyat ödülünün Cemil Kavukçu'ya, Mersin Kenti Edebiyat Ödülü'nün Demir Özlü'ye verildiğini söylüyor.

2013'te öykü de yazmış dört yazarı yitirmişiz. Ahmet Erhan (1958-2013), Leyla Erbil (1931-2013), Mustafa Miyasoğlu (1946-2013) ve Peride Celal Yönsel (1916-2013).

Her ölüm erkendir. Her insan yarım kalmış işlerle ayrılır dünyadan. İstediklerinin pek azını yapabilmiş, umduklarının pek azını bulabilmiş, şanslıysa bile varmak istediğinin ancak epey uzağına ulaşabilmiş olarak. Aynı yılları paylaştığımız duyarlı bir ozan olarak şiirleriyle uzaktan tanıdığım, bir şiirinde:

"Toprak bile, gök bile, deniz bile
bir yerde yorulur.
Bırak kalsın süpürge duvarda,
sabun kovada
Anne, gel yanıma otur."

diyen Ahmet Erhan'ın yitirilmiş olmasının acısını, yaşadığımız geçmişin dayanılmaz bir sancısı gibi hissettim. Belki Ahmet Erhan da bu dünyanın acımasız nefretinden ve öfkesinden yorulduğu için birçok duyarlı insan gibi erken ayrılmıştır coşkulu olduğu sürece gürül gürül akan yaşam ırmağından.

....

Yıllık, 2013 Dünya Öykü Günü Bildirisi ve Bir Genel Değerlendirme ile sürüyor.

Mustafa Balel "Öykü yaşamın sesidir, kimi zaman öfkelenen, kimi zaman gülen, ağlayan, haykıran, ama hep konuşan, fısıltılarla ya da olanca sesiyle" diyor. Her insanın, nesnelerin bile öyküsünün olduğunu söylüyor. Öykünün hedefini insan, onun mutluluğu, özgür ve barış içinde bir yaşam sürmesi olarak açıklıyor.

Kadir Yüksel, 2013'te Öykü Üzerine Düşünen, Düşündüren Kitaplar başlığıyla bu konudaki denemelerden söz ediyor. Cemil Kavukçu'nun Örümcek Kapanı adlı kitabında gerçek yaşamla kurmacanın ilişkisi, yazma süreci, yazma sıkıntısı, öyküler, öykücüler üzerine yazdığı denemelerinde kendi yazı deneyimlerinden yola çıkarak yazma üzerine düşünmeye çağırdığını, kitabın en güzel denemelerinin gerçek yaşamda olup bitenlerle onların öyküye dönüştürülmesi arasındaki ilişkinin sorgulandığı denemeler olduğunu belirtiyor. Ali Haydar Aksal'ın Öykü Ağacı, Abdullah Harmancı'nın Kurmacanın Büyülü Sureti, Necip Tosun'un Öykümüzün Kırk Kapısı başlıklı kitaplarına yer veriyor. Edebiyat Ortamı dergisinin yayımladığı, Sadık Yalsızuçanlar'ın hazırladığı ve elli bir öykücüye yer verilen öykü yıllığında genel değerlendirmenin eksik olduğunu, kitaplara ilişkin yazıların dağınık kaldığını, dergilerde öykünün yeterince değerlendirilmediğini söylüyor. Kemal Gündüzalp'in hazırladığı Dünyanın Öyküsü tarafından basılan öykü yıllığının en büyük eksikliğini yıl içinde yayımlanan kitaplara yeterince yer vermemiş olması olarak açıklıyor. Afşar Timuçin'in yazdığı Sait Faik'in Dünyası, M. Şehmuz Güzel'in yazdığı Öykücülüğümüzün Toros Zirvesi Osman Şahin, Doğan Yaşat'ın hazırladığı Bilge Karasu'yu Okumak adlı kitaplarını tanıtıyor. Leyla Erbil'in ardından Kaya Tokmakçıoğlu tarafından hazırlanan Bir Tuhaf Kuştur, Gölgesi Zihin kitabı yazıların niteliğiyle, Elmas Şahin'in hazırladığı kapsamlı bibliyografyasıyla tam bir başvuru kaynağı, Mustafa Kutlu için hazırlanarak on altı öykücünün yazar için yazdıklarından oluşan Cüz Gülü'nün Kokusu kitabı önemli bir değerbilirlik olarak nitelendiriliyor. 2013'ün önceki yıla göre öykü üzerine yayımlanan kitaplar açısından verimli olduğunun söylenebileceği yorumu yapılıyor.

....

Kitap üç soruşturma ve araya girmiş 2013'te Yayımlanan Öykü Kitapları Üzerine başlıklı bir bölümle sürüyor.

İlk soruşturmada Asuman Kafaoğlu-Büke, Çiğdem Ülker, Hayri K. Yetik, Hülya Soyşekerci, Necip Tosun ve Yaqob Tilermeni, roman yazmamış öykücülere yönelik ikinci soruşturmada Ayşe Sarısayın, Ayşegül Çelik, Kerem Işık, Sibel Öz ve Yalçın Tosun yer alıyor.

Öykü kitaplarıyla ilgili bölümde Kemal Gündüzalp'in 2013'ün Öykü Kitapları İçin Giriş Notu, Ayşegül Tözeren'in 2013'ün Öykü Kitapları: Başka Bir Öykü Mümkün mü?, Kemal Gündüzalp'in 2013'ten Üç Beş Kitap, Mehmet Öztunç'un 2013'ten Öykü Yapıtları, Melisa Sürücü'nün 2013'te Yayımlanan Dört Kitap, Mustafa Albayrak'ın 2013 Öykü Kitaplarından, Zeynep Sönmez'in 2013'te Yayımlanan Öykü Kitaplarından Bazıları Hakkında başlıklı yazıları bulunuyor.

Roman yazmış öykücülere yönelik üçüncü soruşturmada soruları Ayfer Tunç, Behçet Çelik, Feyza Hepçilinger ve Müge İplikçi yanıtlıyor. Bunu, Soruşturmalar ve Değinilerden Çıkan Sonuçlar izliyor.

Soruşturma sorularının başında Nadine Gordimer'den bir alıntı yer alıyor:

"Öykü de, roman da aynı malzemeyi kullanır: insanın deneyimi. İkisi de aynı şeyi hedefler: bunu aktarmak. İkisi de aynı aracı kullanır: yazılı dil."

İlk soruşturmada beş, diğerlerinde dörder soru soruluyor. Baştaki sorular yazında ana türlerin neler olduğu ve öykünün yeri, hikaye ve öykü arasında ince bir ayrım olup olmadığı, öykünün yükselişi ve Alice Munro'nun 2013 Nobel Yazın Ödülü alması bağlamında neler söylenebileceği. Son iki soruda öykü kitaplarından ve dergilerde okunan öyküler ve farklı türde yazan yazarlarda bölünme sorunu olup olmadığı sorgulanıyor.

Asuman Kafaoğlu Büke, diğer yazın türleri gibi öykünün de romanın hegemonyası altında ezildiğini, son yıllarda öykünün yükselişinden söz edilebilse bile romanla karşılaştırıldığında daha az yayımlandığını ve okunduğunu söylüyor.

Türler arasındaki sınırlar artık eskisi kadar belirgin olmayabilir. Edebiyat ve yazın, hikaye ve öykü sözcüklerinden hangisinin seçildiği önemsizleşebilir. Güçlenen öyküler birleşip romanın alanını ele geçirebilir. Günün birinde öykü, romanı ezmeye başlayabilir mi? Yoksa doğasındaki yalınlığıyla ve alçakgönüllülüğüyle, diğer türlerin tümünü içine alıp birlikte yaşayıp gelişmenin yollarını mı bulur?

Çiğdem Ülker "Öykü; çağımız kadar hızlı, çabuk ve baş döndürücü. Beynimizin çılgın koşusu var öyküde" diyerek öykünün günümüz dünyasına çok uygun bir tür olduğunu belirtiyor. Alice Munro'nun "Bazı Kadınlar" ve "Çocuklar Kalıyor" kitaplarının adını geçirerek "ilk bakışta sakin birer anılar demetine benzeyen o şekerlemeli anlatının ardında insan soyunun binlerce yıllık duruş ve davranış biçimlerine göndermeler" olduğunu söylüyor.

Hayri K. Yetik "Yazınsal ilk ürün olarak kabul ettiğimiz Gılgameş destanı, öyküye mi benzer romana mı? Rig Vedalardaki kısa öyküler, Ramayana ne sayılmalı?" diye soruyor. Alice Munro'nun 2013 Nobel Yazın Ödülü almasının, ödül türe değil yazara verildiği için öykünün yükselişinin göstergesi sayılamayacağını belirtiyor.

Hülya Soyşekerci yazında şiir ve anlatı olarak iki ana tür bulunduğunu belirtiyor. "Romanların ticari başarısını asla yakalayamayacak olan, ince ve nitelikli bir edebiyatı içselleştiren öykü türünün ödüllendirilmiş olması" için "rastlantı olarak değerlendirmenin doğru olmadığı" yorumunu getiriyor.

Necip Tosun şiirin insanlık tarihi boyunca hep var olduğunu, romanın edebi gelişmelerin bir sonucu olarak ortaya çıktığını, öykününse yazınsal tür olarak yeni, hikaye/kıssa biçimiyle kadim türlerden biri olduğunu söylüyor. Her yazarın kendisini, duygularını en iyi ifade ettiği türde yazdığını belirterek öncelikle yazılan türün hakkını vermek gerektiğini, öyküler de yazan Dostoyevski'nin romanlarının daha çok önemsendiğini, roman yazmayan Çehov'un öykünün başyapıtlarını verdiğini ekliyor.

"Burda 'Bir Köy Var İçimde'" başlıklı yazısında 2013'te Kürtçe Öykü Kitapları'na değinen Yaqob Tilermeni, zorunlu göç ya da işleri nedeniyle kentlere gelen Kürt öykücülerinin kitaplarındaki mekanların doğdukları ve daha önce yaşadıkları köyleri olabilmesini tartışıyor. İlk kitaplarda anlaşılabilir olan bu durumun ikinci ve üçüncü kitaplarda sürmesinin, bu yazarların büyük metropollerde yaşasalar bile bir türlü şehre adım atamadıklarını gösterdiğini söylüyor. Kitaplarda Öykü değerlendirmelerine, Kürtçe öykü yayımlayan yayınevlerinin çoğunluğu önceleri İstanbul'dayken yeni açılanların Diyarbakır'ı tercih ettiğini belirterek başlıyor. Yayımlanan kitap sayılarını veriyor. Bro Omeri'nin Mardin-Nusaybin yöresine ait halk hikayelerini yeniden kurgulayarak modern tarzda yazılmış öykü-mesellerinin careke ji caran (kezlerden bir kez) adıyla yayımlandığını, aynı yazım tarzının 2012 yılında Mahsum Nisebini tarafından Seva Bi Tir adlı kitapta denendiğini anlatıyor. Mehmet Dicle'nin Ta (Sıtma) adlı öykü kitabının Kürtçe öykücülüğünde gelinen yer açısından örnek bir deneme olarak değerlendirilebileceği yorumuna şu sözleri ekliyor: "Bugüne kadar hiçbir dergide yazı ve röportajlarına, hiçbir panelde kendisine rastlamadığımız Dicle, derinden ve sessiz bir şekilde ilmek ilmek öykülerini işlemiş ve bugünkü yetkinliğine ulaşmıştır."

Yaqob Tilermeni'nin yazdıklarına yoğun ve zor koşullarda yaşarken içlerindeki acıyı dile getirmenin yollarını arayan yazarların geçtikleri yollar yansıyor. Dicle Üniversitesi'nde okurken tutuklanıp cezaevinde Kürtçe öykü yazarlığına adım atmış Elmo Begari'nin Mizgina Dizan (Hırsızların Müjdesi) için "Kürtçe bilen-okuyan bir insan gülümsemek istese, ya da kahkahalarla gülmek istese, sanırım Begari'nin öykü kitabını eline alması yeterli olacaktır" diyor. Kürtçe'nin farklı lehçelerinde yazan yazarların çalışmalarından söz ederken Unesco'nun varlığı tehlikede olan diller arasına aldığı Zazaca'daki çalışmaların geliştirilmesi gerektiğini vurguluyor. Şevger Çiya'nın Mextel (Ölüm Yeri) adlı kitabının arka kapağından alıntı yapıyor: "Bu toplumda kızlar parayla satılıyor, altı yedi yaşındaki çocuklar çöplükte kağıt topluyor, birkaç kuruş para için binlerce insan kardeşlerini avlamaya gidiyor, kışın zemheri soğuğunda insanlar dışarıda yatıp kalkıyor ancak kimsenin gıkı çıkmıyor ve toplum hiçbir şey demiyor, sadece ben soyununca bu ahlaksızlık olarak adlandırılıyor."

Yazının sonunda çalışmaya konu olan öykü kitaplarının dağılımı ve 14'ü ilk, 11'i yeni öykü kitabı olan 41 kitaplık liste veriliyor. Önceki yılın 23 kitabına göre önemli bir yükselme olduğu belirtiliyor. Eğitim-Sen Batman Şubesi'nin Şerzan Kurt anısına düzenlediği öykü ödülü etkinliğinden ve Kürt edebiyatı alanındaki en uzun soluklu edebiyat ve sanat etkinliği niteliğine sahip Hüseyin Çelebi şiir ve öykü etkinliğinden söz ediliyor.

Roman yazmamış öykücülere yönelik soruşturmada öykünün ana tür mü ara tür mü olduğu, öykünün yükselişi, öykü kitaplarında ve dergilerde yayımlanan öyküler konularında sorular yöneltilmiş. Ayşe Sarısayın öyküyü "bu sınıflamadan bağımsız, ayrı bir tür" olarak gördüğünü, öykü kitaplarındaki niceliksel artışın niteliksel yönden de yükseliş olasılığını getirebileceğini söylüyor. Ayşegül Çelik "Her çağ kendi sanatını, sanat anlayışını, ürününü yaratırken, 21. yüzyıl da öykünün can suyu oldu" diyor. Kerem Işık edebiyatın türler ötesi bir kavram olduğunu, asıl önemli olanın yazının kendisi ve okuyanı nasıl etkilediği olduğunu belirtiyor. Sibel Öz kadın öykücülerin sayısındaki artışa dikkat çekiyor. Öykünün doğasını kadına benzettiğini belirterek bunun doğal, olması gereken bir durum olduğunu söylüyor. Yalçın Tosun ise Nobel'in bir öykücüye verilmiş olmasının öykü kitaplarının sayısını arttıracağından kuşkulu olduğunu belirtiyor.

2013'te Yayımlanan Öykü Kitapları bölümü Kemal Gündüzalp'in giriş notuyla başlıyor. "Geçen yıl öykü yıllığında öykü kitaplarına hiç değinememiştik. Bu yıl madem "seçilmiş öyküler"e yer veremiyoruz, bari öykü kitaplarına değinelim diye düşündük" açıklamasıyla sürüyor. Altı yazar, seçtikleri öykü kitaplarını çok kısa olarak değerlendirmeye çalışmışlar.

Ayşegül Tözeren'in yılın öykü kitaplarıyla ilgili yazısı "2013, başlangıçların, değişimin ve başka türlü bir devrimin yılıydı" girişinin ardından "Direnişin yılı 2013'ü edebiyat bağlamında tanımlayabilmek için, sadece ikibinlere değil, seksen öncesine kadar uzanmak gerekir" diyerek "Enerjinin ve değişim isteğinin solda olduğu yetmişli yıllar, aynı zamanda toplumun bir kısmının kültürü ve eleştiriyi gündemine aldığı, solun resmi devlet ideolojisinin dışına çıkarak farklı bir söylem alanı yaratmaya çalıştığı yıllardı" saptamasını yapıyor. 12 Eylül 1980 askeri darbesinin ardından gelen sansür ve baskı ortamının yazar ve yayıncıların çoğunluğu için bir otosansür mekanizması yarattığını, kültürel iklimin değişimiyle temel başarı kriterlerinin "görünmek ve kabul görmek" ile "daha çok satmak" olduğunu, 1980 öncesi devrim ve değişim taleplerinin unutulup politik olanın edebiyattan dışlandığını söylüyor. "Gezi Direnişi, edebiyatta bir yenileşme hareketine yol açamazsa, Gezi'nin dile getiriliş biçimi seksenlerden kalma alışkanlıkların ötesine geçemeyecektir" diyor. Geziye ilişkin öykülerden oluşan Bağzı Şeyler Öyküler (Ed. Kadir Yüksel) ve Direniş Öyküleri (Ed. Melike Uzun) adlı iki derleme kitabı değerlendiriyor. Diğerleri arasında Yalçın Tosun'un Dokunma Dersleri ve Başar Başarır'ın Teklifinizle İlgilenmiyorum kitaplarını anlatımın sakin akışı bakımından öykü yazmayı düşünenlerin okuması gerektiğini belirtiyor. Genç yazarlardaki anlatma telaşından, dili temiz kullanan olgunluk evresindeki bazı yazarların öykülerindeki yavanlıktan söz ederek dilin iyi kullanılmasının yeterli olup olmadığını soruyor. Öykücülüğümüzdeki "mış gibi yapmak" hastalığından, sahicilik eksikliğinden, anlatımda gerçek olamamaktan söz ediyor. 1987 doğumlu Murat Uğurlu'nun ilk kitabı Buralar Bıraktığın Gibi'nin incelikli öyküleriyle öykü evrenini kurmaya başlamış olduğunu yazıyor. Özellikle 2010 yılından sonra gençlerin toplumsal olanla ilişkisinin arttığını, öyküye ilginin de belirgin bir hal aldığını belirterek yazıda sözünü etmediği öykü kitaplarından seçtiklerinin adlarını veriyor. Ulaşamayıp kendisinin yer veremediği öykü kitapları için okura "boş bir çerçeve" bırakarak sözünü bitiriyor.

Kemal Gündüzalp, Mehmet Öztunç, Melisa Sürücü, Mustafa Albayrak ve Zeynep Sönmez de 2013'te yayımlanan kitaplardan bazıları için notlarını iletiyorlar.

Beş kitabın sözünü eden Kemal Gündüzalp, Necip Tosun'un Öykümüzün Kırk Kapısı kitabına yer vermiş. Kitabın on yıllık bir zamanda oluştuğunu, büyük bir emek ürünü olduğunu, Necip Tosun'un öykü yazmanın dışında öyküye emek veren, öykü tarihçesi üzerine yoğunlaşan bir yazar olduğunu belirtiyor.

On dört kitaplık özel bir seçki hazırlayan Mehmet Öztunç, Alice Munro'nun Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik kitabı için, klasik öykünün anlatım biçimlerinin tozlandığı, tıknefes kaldığı günümüzde aynı yollarda yürüyerek klasik biçemlerin hala ne kadar güçlü olduğunu gösterdiği yorumunu getiriyor.

Dört kitaba yer veren Melisa Sürücü, 2004 yılında Sait Faik Hikaye Armağanı'nı kazanmış olan Başar Başarır'ın Teklifinizle İlgilenmiyorum kitabı için "... öykülerinin her birini okuduktan sonra bir es vermek gerekli. Diğer öyküye geçmeden bir nefes almak, önceki öykünün attığı tokadın etkisinden kurtulmak..." diye yazmış.

Yedi kitaba değinen Mustafa Albayrak, Kemal Gündüzalp'in "Yangın Gülleri kitabındaki öykülerin ana izleğini, yazarımızın bireysel yaşamında, ülke tarihinde ve yeryüzü tarihinde kara ve acı günler olarak yaşanan ve halen her yıl sayısız insanın anımsadıkça bir kez daha acısı tazelenen gerçeklerin öyküye dönüşmüş" halinin oluşturduğunu söylemiş.

On bir kitaba değinen Zeynep Sönmez, Ferit Edgü'nün Giden Bir Kedinin Ardından kitabını 2013'te yayımlanan en önemli öykü kitabı olarak nitelemiş. Edgü'nün yalın, derinlikli, ince işçilikli, özlü söyleyişinin bütün öykülere sindiğini, okunup bitirdiğinde okurun kitabın yaşamla bir çeşit hesaplaşma kitabı olduğu duygusuna kapıldığını söylüyor. Ayşe Ege'nin Dili Geçmiş Zaman kitabının nicedir az işlenen toplumcu bakışı öykülerinde barındırdığını, Neslihan Önderoğlu'nun Mevsim Normalleri kitabının Sait Faik'in sıcak öykülerini bugüne taşıyan, dilde ve anlatımda yalın, konu seçimlerinde sıra dışı, sıradanı öyküleştirebilmiş ve sıradan olmayanın içindeki duyarlılığı ortaya çıkarmayı başarabilmiş öykülerden oluştuğunu yazmış.

Roman yazmış öykücülere yönelik soruşturmada Ayfer Tunç, ana tür/ara tür yaklaşımında öykünün aleyhine bir hiyerarşi sezdiğini, türler arası sonsuz ilişkiden yana olduğu halde öyküye yapılan bu ikincil davranışı hoş görmediğini belirtiyor. Metni önemli kılanın türü değil, yarattığı estetik ve düşünsel değer olduğunu vurguluyor. "Öyle romanlar var ki hiç yazılmasa da olurdu, hatta daha iyi olurdu. Öte yandan öyle öyküler var ki yazılmamış olsalar kendilerinden önce veya sonra gelen pek çok metin çökerdi. Mesela Çehov'a bir ara tür yazarı diyebilir miyiz? Ya da deha Dostoyevski roman yazdığı için roman kutsal mı?" diyor. Türler arası yaratıcı ilişkilere deneme, oyun ve şiiri de ekliyor, İngeborg Bachman'ın Malina'nın bazı bölümlerini oyun formunda yazdığını, Milan Kundera'nın en iyi romanı olarak nitelediği Ölümsüzlük'te deneme denebilecek çok etkili bölümler olduğunu, Edip Cansever'in Tragedyalar adlı şiir kitabının sahnelendiğini belirterek "Sait Faik'in Havadaki Bulut adlı kitabındaki birbirini izleyen öykülerin oluşturduğu bütüne roman diyebilir miyiz?" diye soruyor. Öykü konusunda verimli bir yıl geçtiğini belirterek Sine Ergün'ün Burası Tekin Değil ve Bazen Hayat, Pelin Buzluk'un Kanatları Ölü Açıklığında kitaplarını anıyor. Yalçın Tosun'u edebiyatımızın yeni kazançlarından biri olarak niteliyor.

Edebiyatın yaşamda görülenlerin ve görme biçimlerinin sınırlarını zorlayabilmesi gibi, soruşturma sorularının seçimindeki ustalık da türler arasındaki ayrımları ve edebiyatın kendisini sorgulamaya yönelik yeni ufuklara yelken açılmasını sağlayabiliyor. Dünyanın ve küresel ekonominin içinde bulunduğu değişim sürecine bağlı olarak Öykü ve romanla birlikte aralarındaki ilişkinin de evrilmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Öykü, 19. ve 20. yüzyıllardaki bayrağı romandan devralarak gerçekten 21. yüzyılın yükselen sesi olabilir. Günümüz yayıncılığının "soluk kesen" çoksatar romanları bir süre daha güçlerini koruyup gerçek yaşamın ince ayrıntılarıyla örülmüş öyküleri gölgede bırakabilirler. Bilgi ırmaklarının suları çoğalarak akıp dünyaya ışık demetleriyle yayıldıkça, her alanda olacağı gibi edebiyatta da üreticiyle tüketici arasındaki sınırlar belirsizleşecek, geleceğin romanlarını milyonlarca öykü yazarı birlikte yazıp birlikte okuyabilecektir.

Behçet Çelik de edebi türlerin ana ya da ara olarak adlandırılmasının ona doğru görünmediğini, edebi bir metnin hangi türe ait olduğunu da öncelikli bir tartışma konusu olarak görmediğini söylüyor. Öyküyü "kendi içinde bir gelişim/değişim çizgisi olduğu gibi, başka edebi türlerle girdiği etkileşim neticesinde değişen, dönüşen, dinamik bir tür" olarak niteliyor.

Feyza Hepçilinger yanıtına "Öykü yazmaya başladığımda romana ne zaman geçeceğim sorulur; hatta öyküde fazla oyalanmayıp bir an önce romana geçmem önerilirdi."Geçmek" söz konusu olduğuna göre öykü bir geçiş türü, sizin deyişinizle bir ara tür olarak algılanırmış demek. Üzerinden çok zaman geçti. 35 yıl kadar!" diyerek başlıyor. Konunun çok tartışıldığını, büyük bir uğraş verildiğini, sonunda öykünün bağımsızlığına kavuştuğunu söylüyor.

Müge İplikçi öykü ve roman için "İkisi de farklı alanlar. Ancak ikisi de insanı anlatıyor. Öyküde mekanı son derece ekonomik olarak kullanmak zorundasınız. Romanda daha rahat hareket edebilirsiniz" diyor. 21. yüzyılın metninin bütünlükle kurduğu bağın 19. yüzyılın bütünlükle kurduğu bağdan çok farklı olduğunu, çağımızın bölünmüşlüklerin çağı olduğunu, bir bütünsellikten söz edilecekse parçalanmışlığın bütünselliğinden söz edilebileceğini söylüyor. Başar Başarır'ın Teklifinizle İlgilenmiyorum, Nil Sakman'ın Balık Nefesi kitaplarını anıyor.

....

Kemal Gündüzalp "Soruşturma ve Değinilerden Çıkan Sonuçlar" bölümünde "En Çok Anılan Kitaplar" listesini verirken bu sonuç değerlendirmesini yazıp yazmamakta ve yıllığa koyup koymamakta epey ikircim yaşadığını belirtmiş. Sonuçta katılımcıların yazı ve yanıtlarından yola çıkarak en çok anılan kitapları listelemiş. Başar Başarır'ın "Teklifinizle İlgilenmiyorum" ve Faruk Duman'ın "Baykuş Vİrane Sever" kitapları altışar kez anılmış. Liste dört, üç ve iki kez anılan kitaplarla sürüyor. Dergilerde yayımlananlar arasında tek bir öykü iki kez anılmış. Suzan Bilgen Özgün, "Beklerken".

....

Öykü yıllığı çalışmalarının ne kadar büyük çaba ve özveri istediği, yalnızca yıllığı okuyarak bile görülebiliyor. Geniş kaynaklara ulaşabilmek, onları değerlendirmek, bir düzene sokabilmek, bilgi yoğunluğunun altında ezilmeden okunabilir bir kitaba dönüştürmek hiç kolay değil. Dört bir yana dağılmış, sürekli uçuşan ve uzaklaşan sayfaları yakalayıp toplamaya, anlamlı bir bütünde birleştirmeye çalışıyorsunuz. Üstelik bu topraklardaki rüzgârlar tüm kağıtlara eşit davranmıyor, kimini saklıyor, kimini dört bir yandan üzerinize salıyor.

Öykü ve roman ilişkisinden yola çıkarak yöneltilen soruların ve alınan yanıtların birleşerek kendiliğinden kusursuz bir değerlendirme yazısı oluşturması beklenemez. Özverili çabalara karşın tüm zorlukların aşılması, her yana ulaşılması da kolay değil. Yine de toplumun yazılamayan yapısıyla, yazarların bakış açılarıyla, edebiyat ve toplumun ilişkisiyle ilgili genel bir resim belirmiş. Edebiyatın o yıl yazdığı genel öykünün korunması, dergi ve kitaplardaki izlerin, yazıya gönül verenlerin yılın yaşayan tarihi olarak yıllığa girerek gelecekte de erişilebilir olması önemli. Yıllığın değerini her yıl daha fazla okurun anlayıp sahiplenmesini, emeği geçenlerin daha fazla destek bulmasını, bu çabaların güçlenerek sürmesini diliyorum.

....

"2013'te Dergilerde Öykü" başlıklı bölümde Kadir Yüksel "2013 Dergilerinde Öykü", Yaqop Tilermeni "Zorlu Bir Dönemeçte İkinci Kürtçe Öykü Yıllığı", Kemal Gündüzalp "Sayılarla Dergilerde ve Bazı Fanzinlerde Öykü" ve "Dergilerde Çeviri Öyküler" yazılarıyla yer alıyor.

Kadir Yüksel edebiyat dergilerini neden yaşatamadığımızı sorgulamamız gerektiğini belirterek dağıtım sorununa dikkat çekiyor. Öykünün dergilerde aldığı yerin hiç azalmadığını, geçen yıl ortasında yaşanan Gezi direnişinin edebiyata önce dergiler aracılığıyla yansıdığını, dergiler edebiyatın yaşanan günlerle olan iletişimini sağlayıp bağını kurduğu ve edebiyatın soluk aldığı yerler olduğu için bunun doğal olduğunu söylüyor. Ama geçen yılki artıştan sonra bu yıl öykü dergilerinde azalma olmuş. Öykü dergilerinden Dünyanın Öyküsü, Hece Öykü, Notos, Sarnıç Öykü, Semaver Öykü, Deliler Teknesi-Öykü Teknesi, Galapera Öykü ve öyküye yer veren edebiyat dergilerinden Afrodisyas Sanat, Berfin Bahar, Hayal, Granada, İzafi, Kırtıpil, Kitap-lık, Lacivert, Özgür Edebiyat, Patika, Sözcükler, Varlık, Yaba başlıkları altında durumları ve içerikleriyle ilgili bilgi veriyor.

Yaqop Tilermeni 2103 Kürtçe Öykü Yıllığı'nı gerçekleştirirken zorluklarının sürdüğünü, ulaşabildiği toplam 42 dergi ve 41 kitabı karıştırarak çalışmasında kullandığını belirtiyor, bu güç işte ona destek verenlere teşekkür ediyor. Kürtçe'de öykü anlamına gelen "çirok" teriminin yanlış kullanımını, Kürtçe'de masal, mesel, fıkra ve destan karşılığı sözcükler varken bunların tümü için çirok kullanılmasını eleştiriyor. Dergilerde öykü bölümünde 11 dergiyle ilgili çalışmasının sonuçlarına yer veriyor. Diwar, Jehr ve Şewçila dergilerinin başlama yazılarından alıntılar yapıyor. Dergilerde öyküleri ve yazıları yayımlanan öykücülerin adlarını veriyor. Kalemini kadından yana kullanan Kibar Kristin Ozbey'in Diwar dergisinde yayımlanan "Jinebi (Dul)" ve "Eşen Demsali (Mevsimlik Acılar)" adlı iki öyküsünün hem konusu, hem kurgusu, hem de kadını baz alması nedeniyle dikkat çekici olduğunu söylüyor. Yazarların ve öykülerinin adlarını geçirerek anlatılan acılara değiniyor. Yazının sonunda izlenen dergilerin ve yayımlanan öykü ve yazıların listesini veriyor.

....

"Ayşegül Tözeren bazı dergiler ve fanzinlerde öyküyü ele almak yerine, geçen yılki öykü yıllığının en önemli eksiği olan öykü kitapları için yazmayı üstlenince bana da sayılarla dergilerde ve izleme olanağı biraz güç olsa da bazı fanzinlerde öykü konusu düştü yine" diyen Kemal Gündüzalp, hangi öykü yazarının nerede kaç öykü yayımladığını ve dergilerin hangi öykücülerin yazdıklarına yer verdiğini özetleyen bilgileri iletiyor. İzlenmeye çalışılan aylık, iki aylık ve üç aylık 68 dergide yayımlanan öykü sayısı, çeviri öyküler ve fanzinlerdeki öyküler de içinde olmak üzere, 1805 olmuş. Kemal Gündüzalp, ulaşılamayan ve eksik izlenen dergilerdeki öyküler de dikkate alınırsa bu sayının 2000'in üzerine çıkabileceğini söylüyor. En çok öykü yayımlayan yazarların adlarını, yazarların ve dergilerin yayımladıkları öykülerin sayılarını veriyor.

Çeviri öyküleri ayrıca listeleme gereği duyduğunu belirterek, 21 dergide ikisi Sümerce olmak üzere toplam 101 yazarın öykülerinin yayımlandığını söylüyor. Dergilerin ve yazarların listesini veriyor.

Dergilerden Seçilmiş Bir Çeviri Öykü bölümünde Vselovod Mihayloviç Garşin'in "Dört Gün" adlı öyküsü bulunuyor.

....

Öykü ve öykü-roman ilişkisi üzerine seçilmiş yazılarda M. Sadık Aslankara'nın "Kitaplar Adası: Romancılarımız Arasında-15, Öyküden Romana Yazarlığın Değişim BOyutu", Müge İplikçi'nin "Öykü mü, Roman mı?", Selim İleri'nin "Öyküye Ne Oldu?", Semih Gümüş'ün "Öykünün Öne Çıkan Yanları" yazılarına yer verilmiş.

M. Sadık Aslankara, beş öykü kitabının ardından Zahit adlı romanıyla okur önüne gelen Hasan Özkılıç'tan, Müge İplikçi pek çok öykü kitabının ve bir romanın yazarı olan Alice Munro'dan ve iyi edebiyat kavramından söz ediyor.

Selim İleri "Lise ikideyken roman yazma sevdalısıydım" diye başlayarak roman sanatını hantal bulup çağını kapattığını söyleyerek epey hırpalayan Vedat Günyol, klasikleri okumasını salık veren Hamza Varoğlu, romanla arası iyi olmayan öykü yandaşı Memet Fuat, romanı yücelten Türk Dili ve Edebiyatı Hocası Rauf Mutluay adlarını anıyor. 1960'ların, 1970'lerin başının art arda yeni öykücüler çıkmasıyla öykü çağı olduğunu belirtiyor. Anlatımda şiirsel tatlar getiren Tomris Uyar, ironisiyle allak bullak eden Sevgi Soysal, geniş okur kalabalıklarına birdenbire ulaşan Fürüzan ve Bekir Yıldız örneklerini veriyor. 1970'lerin ikinci yarısı ve 1980'lerin köy romanı / kent romanı tartışmalarıyla iz bıraktığını yazıyor.

Semih Gümüş, öykü kitaplarının işçiliğinin daha çok zaman gerektirdiğini, türler arasında ayrım yapmanın gitgide anlamını yitirdiğini söylüyor. Demir Özlü'nün "Önümde Boş Bir Uzam" kitabı bir yana koyulursa eski kuşakların öyküye sınırlı katkılarda bulunduğunu, Demir Özlü öykü anlayışını hiç değiştirmeden yazmayı sürdürüyorsa bu tutumun değerinin bilinmesi gerektiğini belirtiyor. Aynadaki Zaman'ı Cemil Kavukçu'nun son döneminin iyi kitaplarından biri olarak niteleyip sonra günümüz edebiyatını temsil eden iki kuşağın yazdıklarına değiniyor. Murat Yalçın ve "Karga Zarif", Ali Teoman ve "Kırık Kalpler Terzihanesi", Ahmet Büke ve "Cazibe İstasyonu", Sema Kaygusuz ve "Karaduygun", Şule Gürbüz ve "Zamanın Farkında", Fadime Uslu ve "Gölgede Yaşamak", Sine Ergün ve "Bazen Hayat", Onur Caymaz ve "Gökyüzü Sineması", Dilek Emir ve "Tek Kişilik Kahvaltı", Neslihan Önderoğlu ve "İçeri Girmez miydiniz?", Hande Gündüz ve "Çaparide Çırpınmak", Birol Özdemir ve "Haymatlos", Gökhan Yılmaz ve "Biraz Kuşlar, Azıcık Allah" adlarına yer veriyor.

....

"Öykü ve Öykücüler Üzerine Yazılar'dan Seçmeler" ve "2013 Öykü Ödülleri" bölümlerinde ayrıntılı listeler veriliyor. Yıllıkta, geçen yılın yıllığı üzerine Mehmet Öztunç, Sennur Sezer, Ayşegül Tözeren, Kadir Yüksel, Naciye Filiz ve Hüseyin Su tarafından yazılıp dergi ve gazetelerde; Anayurt Gazetesi, Deniz Berat, Hülyayla, edebiyathaber.net ve Mehmet Arat tarafından yazılıp İnternet Ortamında yer almış yazılara yer verilmiş. Kitabın sonunda taranan dergi listeleri bulunuyor.

....

Öykü yağmuru altında özgün ışıltılı damlaları bulmak, günümüzün bu acımasız yarışma koşullarında hiç kolay olmayabilir. Yaşadığımız dünyada her alanda farklı görüşler ve sert çekişmeler var, kişilerin bunlardan herhangi birinde sıyrılarak var olmaları karmaşık ve çatışmalı süreçlerin kazananı olmalarını gerektiriyor. Sanatın toplumla, ekonomiyle, politikayla ilişkisi hep tartışmalı olmuştur. Ancak tartışmasız kabul edilmesi gereken bir gerçek, bu üçünün önemi, belirleyiciliğidir. Bulunulan zaman ve mekan kesitinde bunların oluşturduğu bütün topraktır, daha iyi ve güzel bir yaşam yeşerecekse bu toprağın bereketini bulup yükselecektir. Koşullar şimdilik nitelikli olanın yaygınlaşması için pek uygun görünmüyor. Zorluğu anlamak için en belirleyici olanın durumuna, politikacıların ve uygulanan politikaların niteliklerine bakmak yetecektir. Karar verenler betonla kaplanmış çöller istediği sürece, bu topraklarda renk renk güllerin açıp her yana yayılması, güzelliklerin tüm insanları sarabilmesi zordur.

Öykülerin ışıklarına ulaşılabilmesi için önemli bir katkı olan öykü yıllığına desteğin artmasını umarak, Sennur Sezer'in sözünü yeniden aktarıyorum: "Okur kardeş, sözümüz sanadır. Yıllıkları önemsemek satın alarak olur elbet."

....

Bu yıl yıllıkta öykülere yer verilmediği için gökten üç öykü düşemeyecek. Ama yayıncı, yıllığa öykü almama konusunda "ısrarlı" olmasına karşın, Kemal Gündüzalp'in okudukları arasında kişisel olarak en sevdiği çeviri öyküyle ilgili isteğini kabul etmiş. Vsevolod Mihayloviç Garşin'in "Dört Gün" adlı öyküsü kitaba girebilmiş. Kemal Gündüzalp öyküyü Rusça'dan çeviren Belkıs Korkmaz'ı kutluyor. Savaş karşıtlığının öyküde çok net olduğunu, savaşın ancak bu kadar ('güzel' sözcüğü yakışmaz diye) olağanüstü "iyi" anlatılabileceğini söylüyor. Savaş vahşetinin akıl almaz boyutlara çıkabildiği bir dönemde yazılan bu yazı da Garşin'in öyküsünden kısa bir alıntıyla bitiyor.

"Rüzgâr sürekli yön değiştiriyor, kah serin, temiz hava üflüyordu üstüme, kah leş gibi kokuya boğuyordu beni. Komşum o gün her türlü tarifin ötesinde korkunç bir hal almıştı. Bir keresinde ona bakmak için gözümü açınca dehşete düştüm. Yüzü yoktu artık. Kemiklerinden sıyrılmıştı. Bir zamanlar elimde defalarca kafatası tutmuş olmama ve incelemek için kafaları bütünüyle hazırlamama rağmen kemiklerin dehşet verici sürekli gülümsemesi bana o zamana kadar hiç gelmediği kadar iğrenç ve korkunç göründü. Parlak düğmeli üniformasıyla bu iskelet beni ürpertti. 'Bu savaş," diye düşündüm, 'işte onun resmi.' "


1. Kemal Gündüzalp, 2013 Öykü Yıllığı "Öykü Yağmuru - 2", NotaBene Yayınları, 2014, http://www.notabeneyayinlari.com/tur_detay.php?id=136, https://notabene.com.tr/ana-sayfa/121-2013-oeykue-yilligi-oeykue-yagmuru-2-tuekendi.html

2. Mehmet Arat, Gezi yılının son günü, http://blog.milliyet.com.tr/gezi-yilinin-son-gunu/Blog/?BlogNo=442827



5. Kemal Gündüzalp, "Öykü Yağmuru" 2012 Öykü Yıllığı, Dünyanın Öyküsü Yayınları, 2013.

6. Mehmet Arat, 21. Yüzyılın Yükselen Sesi: Öykü (2012 Öykü Yıllığı Üzerine), http://www.sanatlog.com/sanat/21-yuzyilin-yukselen-sesi-oyku-2012-oyku-yilligi-uzerine/, https://bilimsanati.blogspot.com/2019/03/21yuzyln-yukselen-sesi-oyku-2012-oyku.html

7. Dil Dernegi, Türkçe Sözlük Ara-Bul, http://www.dildernegi.org.tr/TR,274/turkce-sozluk-ara-bul.html

20 Nisan 2019 Cumartesi

Çağdaş Taht Savaşları


George R.R. Martin 20 Eylül 1948'de Bayonne, New Jersey'de doğmuş. (1) Yüz yıl önce yaşasa, ya da dünyanın bir başka yerinin insanı olsa Taht Oyunları kitapları yazılıp televizyon dizisi yine yapılabilir miydi? Bilimsel gelişmelerin kişilerden bağımsız olarak er ya da geç gerçekleşeceği söylenebilir. Ama bir sanat yapıtı kişiye bağlıdır. Tekrarlanamadığı gibi, bir başkasınca aynı özgünlükte yaratılması da olanaklı değildir.

Martin'le ilgili Türkçe kaynaklar biraz sınırlı olsa da bilgi alınabiliyor. Taht Oyunları (A Game of Thrones) 850 sayfa 73 bölüm olarak Ağustos 1996'da, Kralların Çarpışması (A Clash of Kings) 504+488 sayfa 70 bölüm olarak Şubat 1999'da, Kılıçların Fırtınası (A Storm of Swords) 624+608 sayfa 82 bölüm olarak Kasım 2000'de, Kargaların Ziyafeti (A Feast for Crows), 504+504 sayfa 46 bölüm olarak Kasım 2005'te, Ejderhaların Dansı (A Dance with Dragons) 624+608 sayda 73 bölüm olarak Temmuz 2011'de orijinal baskılarıyla okuyuculara ulaşmış. Kış Rüzgarları (The Winds of Winter) ve Bahar Rüyası (A Dream of Spring) henüz yazılmamış. (2) Günümüzde yaşadığımız ilginçliklere bir örnek henüz yazılmamış kitaplarla ilgili bilgilerin de bulunabilmesi. (3) Bir liste verilip George R. R. Martin'in bu karakterlerin Kış Rüzgarları'nda bulunacağını doğruladığı belirtiliyor. Sansa Stark, Arya Stark, Arianne Martell, Aeron Greyjoy, Theon Greyjoy, Victarion Greyjoy, Tyrion Lannister, Barristan Selmy adları kitaba ve diziye uzak duranlar için bir anlam taşımayabilir. Etki alanına girenlerse epey iyi tanıyor olabilirler.

Kitaplarının boyutları, yazarlığı hakkında söz söylemenin kolay olmayacağını gösteriyor. Öte yandan romanlarından yapılan dizi, ilgi gördükçe uzayarak sıradanlığa teslim olan diğerlerinden ayrılıyor. Sinemasal kaygılar güdüldüğü, bölüm sayısının sınırlı tutulduğu, başarılı bir sonuç için epey çaba harcandığı gözleniyor.

George R.R. Martin yazmaya çok genç yaşta başlamış. Komşu çocuklara canavar öyküleri satıyor, okuyormuş. Sonraları çizgi roman hayranı olmuş. Amatör dergiler için kurgu öyküler yazmaya başlamış. İlk profesyonel satışını da 1970'te 21 yaşındayken yapmış. "Kahraman" Galaxy'ye kabul edilmiş, Şubat 1971 sayısında yayımlanmış. Bunu diğerleri izlemiş. Aynı yıl Northwestern Üniversitesi'nde gazetecilik lisans eğitimini tamamlayarak yüksek lisansa başlamış. Vicdani retçi olarak 1972-1974 arasında alternatif hizmet yükümlülüğünü yerine getirmiş. 1973-1976 arasında satranç turnuvaları yönetmiş. 1976-1978'de gazetecilik bölümünde öğretim görevlisi olmuş. Bu dönemlerde yarı zamanlı olarak yazmaya da başlamış. 1975'te evlenmiş, 1979'da çocuksuz olarak boşanmış. Tam zamanlı bir yazar olmuş. Holywood'a taşınarak 1986'da televizyon için Alacakaranlık Kuşağı (Twilight Zone) için öykü editörü kadrosuyla göreve başlamış. 1988'de Güzel ve Çirkin (Beauty and the Beast) için yapımcılığı üstlenmiş. Televizyon işinde basamakları tırmanmış. 1977-1979 arasında Science Fiction & Fantasy Writers of America'da yöneticilik, 1996-1998 arasında da başkanlık yapmış. (4) Kendi romanları ve öykülerindeki çalışmalarına ek olarak bilimkurgu alanında derleme yayınlarının hazırlık süreçlerine katılmış.

Bir radyo konuşmasında senaryolarını verdiğinde yapımcıların hep "Bu çok iyi, ama yapım maliyeti ayırdığımız bütçenin beş katı olur" dediklerini söylemiş. 1990'lı yılların başlarında ortaçağ İngiltere'sindeki Güllerin Savaşları'ndan esinlenen bir fantezi dizisine başlamış. Buzun ve Ateşin Şarkısı bir gecede başarı getirmemiş, ama güçlü dili seri ilerledikçe satışları patlatmış. 2011'deki televizyon dizisi uyarlamasıyla kitapları daha da büyük bir okuyucu kitlesine ulaşmış. Martin aynı yıl serinin beşinci kitabını, Ejderhayla Dans'ı yayımlamış. Dünyanın dört bir yanındaki okuyucular kitaba yönelince yeni bir çok satan roman ortaya çıkmış.

Sık sık J. R. R. Tolkien'le karşılaştırılsa da, Martin fantezi edebiyatta Yüzüklerin Efendisi yazarına göre daha farklı bir biçimde yazıyormuş. Martin'in Westeros'unda karmaşık yaşamlar süren ve kendi yollarından giden insanlar yaşıyormuş. Öykü akışları ustaca kuruluyormuş, Martin'in çok sevdiği satranç oyununda olduğu gibi. Bir eleştirmen onun için "Martin bir edebiyat dervişi, karmaşık karakterleri ve canlı diliyle büyülüyor, en iyi masal anlatıcılarının gücüyle birdenbire yakalayıveriyor" demiş.

Bir yazar olarak karakterlerine hiç acıması yokmuş, ana karakterleri ve diğer sevilenleri beklenmedik biçimde öldürüveriyormuş. Martin fantastik öykülerinde savaşın gerçekliğini yansıtmak için belirli bir sorumluluk duygusu taşıyormuş. Bir keresinde "İnsanlar savaşlarda ölüyor. İnsanlar savaşlarda sakat kalıyor. Onların çoğu iyiler, sevilecek, ölmesini görmeyi istemeyeceğiniz insanlar" açıklamasını getirmiş. (5)

....

Tayfun Atay, Game of Thrones dersleri başlığıyla, diziyle ilgili bazı değerlendirmeler yapmış. Tarihin önemli dönemlerinden birine, feodaliteye ilişkin son derece gerçekçi bir kurgu olduğunu, Avrupa ortaçağının feodal toplumsal yapısı ete ve kemiğe büründürülürken Hıristiyanlığın dışarıda tutulduğunu, bunun anlaşılabileceğini, Hıristiyanlığın fantastik edebiyat için uygun olmadığını, yansıtılan ortama uygun terimin 'paganik feodalizm' olabileceğini söylüyor. Parçalı siyasal yapıdan, mutlak gücü olmayan zayıf kraldan ve temel güç konumunda olan lortlardan söz ediyor. Ayrıca Roma'yı çağrıştıran köleci yaşam biçimlerinin, yağma ekonomisine dayalı göçer kabile örgütlenmelerinin, hatta ticaretle zenginleşerek kendi örgütlenmesini gerçekleştirmiş özgür şehir oluşumlarının bulunduğunu belirtiyor. Dizinin gerçekçilikten en uzak yanının en fazla ilgiyi çektiğini, pek çok yabancı eleştirmenin de dile getirdiği gibi cinselliğin diziye ilgiyi artırırken tarihsel inandırıcılığını zayıflattığını öne sürüyor. (6)

Washington Post'tan Anna Holmes'un diziyle ilgili bir değerlendirmesinden söz ediyor. "Dizinin tarihsel-antropolojik değerine ilişkin tartışmayı", Martin'in "insanlık tarihinin kaydı düşülmüş bilimsel bulgularından alabildiğine" beslendiği ve "ön planda feodalitenin resmedildiği" tablonun "insanın iki milyon yıllık insanlaşma macerasının pek çok kesitinden fırça darbeleriyle" renklendiği yorumlarını getirerek sürdürüyor, örnekler veriyor. Buz Duvar'ın ötesinde yaşayan yabanılların "Marx'ın ütopyasını dayandırdığı" ilkel komünal toplulukları" çağrıştırdığını söylüyor. (7)

Anna Holmes yazısına George R.R. Martin'in çok sevilen "Buzun ve Ateşin Şarkısı" fantezi serisi üzerine kurularak olay yaratan televizyon dizisiyle ilgili birkaç noktayı belirterek başlıyor: "Kopmuş kafalar, içeriden çevrilen entrikalar, mitolojik yaratıklar, uzun ve karışık bir karakter listesi. Bir de çıplak kadınlar, bir sürüsü." Dizideki erotizmin özgün öyküden saparak onu geriye ittiğini belirtiyor, uç durumlarla ilgili örnekler veriyor. Televizyon eleştirmeni Mo Ryan'ın dizinin "seks sahnelerini bazen karaktere ışık tutmak için kullandığı" ama çoğu kez bunlara yalnızca kadınları çıplak gösterme fırsatı olarak yer verdiği değerlendirmesini aktarıyor. Pop kültür yaratıcılarının içeriği öncelikle heteroseksüel erkek bakışına ve isteklerine göre belirlediğini vurguluyor. (8)

Tayfun Atay, "Ateşin Kızı/Buzun Oğlu" başlıklı değerlendirmesinde de "Buz ve Ateşin Şarkısı" adındaki imgeler kişilere indirgenirse buzun John Snow, ateşin Daenerys Targaryen olacağı yorumunu getiriyor. Hollywood'un, karşılaştırmalı mitoloji alanının büyük ismi Joseph Campbell'e çok şey borçlu olduğunu, Türkçeye "Kahramanın Sonsuz Yolculuğu" adıyla çevrilen "The Hero of a Thousand Faces" adlı kitabında tüm kültürlerin kahramanlık efsanelerinde bulunan evrensel bir yaklaşımı tanımladığını söylüyor. Buna göre kahramanın üç aşamalı bir yoldan geçip ortaya çıktığını, önce sıradan yaşam koşullarından ayrıldığını, sonra zor ve tehlikeli bir sınavlar sürecinden geçtiğini, sonunda da bilgi, beceri, deneyim, güç kazanmış olarak döndüğünü aktarıyor. Bu yapılanmanın Arnold van Gennep ve Victor Turner'ın Geçiş Ritleri kavramına ilişkin kuramsal katkılarından beslendiğinin bilindiğini, Campbell'in kahraman monomitinin Yüzüklerin Efendisi, Yıldız Savaşları ve Matrix gibi filmler gibi Games of Thrones örgüsünde de bulunduğu duygusunu taşıdığını belirtiyor. Martin'in sevilen karakterleri öldürerek ve hemen her karakteri kahraman olduğu kadar canavar olarak da sunarak pek çok klişenin dışına çıkabilse de iki karakter, buz ve ateş için bunu yapmadığı yorumunu getiriyor. (9)

....

Günümüzün yönetenleri tahtlarda oturmuyorlar. Ama taht savaşlarının daha insancıl, temel hak ve özgürlük kavramlarını koşulsuz dikkate alarak yapıldığı söylenebilir mi?

Jared Diamond'ın Ülker İnce'nin çevirisiyle Tübitak Yayınları'nın Popüler Bilim Kitapları arasında çıkan "Tüfek, Mikrop ve Çelik" çalışması arka kapakta "Neden Avrupalılar Amerika'yı keşfetti de Amerikalılar Avrupa'yı keşfetmedi?" sorusuyla başlayarak şöyle tanıtılıyor:

"Bu basit sorunun ardında insanlığın MÖ 11.000'den günümüze tarihi gizli. Fizyoloji profesörü Jared Diamond, Tüfek, Mikrop ve Çelik'te, aklımıza gelmeyen, geldiğinde çocukça bulduğumuz soruların yanıtlarını araştırırken, tarımın başlamasından yazının bulunuşuna, dinlerin ortaya çıkışından imparatorlukların kuruluşuna, tarihin seyrini belirleyen pek çok önemli adımı ayrıntısıyla inceliyor. İnsan toplulukları arasındaki farklılıkların, eşitsizliklerin nedenlerini, temellerine inmeye çalışarak sorguluyor; günümüz dünyasını biçimlendiren etkenlerin izini sürüyor... Biyoloji, jeoloji, arkeoloji, coğrafya gibi değişik bilim dallarından beslenen, 'Batılı' koşullanmalardan arınmış, geleceği gösteren bir tarih kitabı." (10)

İnsanlık tarihinde barutun bulunmasıyla ortaya çıkan yeni ve büyük gücün, kitlesel kırımlara neden olabilen mikropların, doğaya egemenlikte yeni bir aşamaya geçilmesini sağlayan çeliğin çok özel önemleri olduğu söylenebilir.

Taht savaşlarının üç aşamasından da söz edilebilir mi? Sopalardan kılıçlara "mert" dönemler, barutun bulunmasıyla mertliğin bozulduğu "tüfek" dönemi, basınçlı su ve gözyaşartıcı gazın barışçı gösterilere de saldırarak insanları sindirip yıldırmak için kullanılabildiği "gaz" dönemi.

Edebiyat için Murphy yasaları arasındaki "Bir belgesel roman yazılıp yayınlanabiliyorsa artık konuyla ilgili yapılabilecek pek de bir iş kalmamıştır. O artık tarihsel bir romandır" önermesi tersten okunabilir mi? (11)

Olup bitenler anlatılamıyorsa, tarihsel bir roman yaşananların güncel bir kaydı olarak okunabilir mi?

....

Gaz kitleleri durdurmaya yetecek mi? Taipidos'ların öfkesi engellenebilir mi? (12)

Günümüz demokrasileriyle ilgili çok farklı görüşler var. Seçimlerde çoğunluğu ele geçirenin hiçbir sınır tanımadan istediğini yapabileceğini sanıp bunu savunan "oycular" da, sistem içerisinde yapıldığı için seçimlerin hiçbir işe yaramayacağını söyleyerek hiç katılmayan "koşulsuz boykotçular" da olabiliyor.

Günümüz toplumlarının uzlaşmasının ve yasallığının temel dayanaklarından biri olan seçimler, toplumun tüm kesimlerinin sorunları için gerçek bir çözüm olabilir mi, bilmiyorum.

Ama seçmenler çıkar sağlamaya, kontrol etmeye ve boyun eğmeyeni dışlamaya yönelik saldırgan politikalara sert tokatlar atmayı öğrenmezse, yaşamın ve geleceğin temel dayanağı olan sokaktaki insanı yerlerde sürükleyen basınçlı sular ve ağlatan gazlar kentlerden eksik olmayacak gibi görünüyor.

1. George R.R. Martin, http://www.georgerrmartin.com

2. George R. R. Martin, http://tr.wikipedia.org/wiki/George_R._R._Martin

3. The Winds of Winter, http://tr.wikipedia.org/wiki/The_Winds_of_Winter


5. George Raymond Richard Martin, The Biography.com website, http://www.biography.com/people/george-r-r-martin-20786615






11. Mehmet Arat, Edebiyat İçin Murphy Yasaları ve Struma, http://blog.radikal.com.tr/kultur-ve-sanat/edebiyat-icin-murphy-yasalari-ve-struma-41908