Son dönemde dünyadaki
algılarda Irak Şam İslam Devleti adındaki örgütün önemli bir
yer bulduğuna kuşku yok. Beyin duyusu, yerini bir tür IŞİD
duyusuna bıraktı. Adından Irak ve Şam'ın çıkarılması
küreselleşme isteklerine bağlı olsa gerek. İnsan, neresi ağrırsa
oradan başka bir yeri düşünemiyor. Şu anda yaşanan vahşet,
insanlığını yitirmemiş herkese dayanılmaz sancılar veriyor.
Tüm bunların nasıl yapılabildiğini, ortada gerçekten
Frankeştayn gibi yaratılıp kontrolden çıkmış bir canavar olup
olmadığını, dünyanın her yerinden gelip masum insanları
öldürebilenlerin dünyayı nasıl bir beyin duyusuyla algıladığını
merak etmemek olanaksız.
Ruhlar Evi'nin kitap
arkası yazısının başlığının "Pinochet Seçilseydi"
olabileceğini düşünmüştüm. Son dönemde seçimleri yüceltme
eğilimi epey arttı. Seçilmiş olmanın her türlü hakkı verdiği
algısı yaratılıyor. Ama seçim sistemi sorgulanmıyor, özgürlük
kavramından ayrılıyor, politik ve ekonomik bağlarla kontrol
edilen toplumlarda, hele sistemin izin verdiği demokrasi kavramları
bile dikkate alınmıyorsa, yapılacak seçimlerin kimi, nasıl
seçtiği hep tartışmalı kalıyor. Hitler seçilmişti. Pinochet
darbeyle geldi. Bu farkın bir anlamı olabilir mi? Önemli olan
iktidara gelme yöntemi midir? İlkeler ve iş yapma biçimi midir?
Seçimle veya ne şekilde gelinirse gelinsin, eleştiri ve denetime
kendini kapatınca, insanların ve toplumların soluk alabileceği
küçük alanları bile daraltmaya kalkınca sonuç hep aynı değil
midir?
Dünya algımızı
oluşturan bilgi sağanağında sanatsal bilgi, bilimsel bilgi ve
kişisel bilgi kavramlarının ayrı bir yerleri, önemleri var.
Toplumlar sanata ve bilime yaklaştıkça gerçeği daha nesnel
görebiliyorlar. Kişisel bilgileri en yeni ve ileri bilgilere,
düşüncelere dayanabiliyor. Uzaklaştıkça sorunlar artıyor.
İnsanların kişisel bilgileri dış etkilerle belirleniyor. Egemen
ve sığ söylemlerin peşine kolayca takılıyorlar.
Kişilerin, ister en
gelişmiş ülkenin en tepesindeki kişi, ister her türlü fırsatı
sonuna dek değerlendirerek güçlenmek isteyen bir başka lider,
ister Afrika'nın dışlanmış ve aç bir çocuğu olsunlar,
algıları bu üç kanaldan geçen bilgilerin toplamıyla oluşuyor,
belirleniyor. Bilim ve sanatla beslenmeyen bilgi yanlış temellere
oturuyor. Kişiyi yanlış yerlere, bakışlara, davranışlara
götürüyor. Heykellerin ucube bulunması ya da sanatın içine
tükürülmesi, sıradan insanın Einstein kuramına anlaşılmaz
demesinden çok farklı değildir.
Oysa sanat, geçmişi ve
bugünü anlayabilmenin, aydınlık ve güzel bir geleceği
düşleyebilmenin en etkili yollarından biridir. Karanlıklardaki
ışığı, pırıltı sanılan yansımalardaki çamuru gösterebilir.
Öfkeye, baskıya, yasağa, yok saymaya meydan okur. Yepyeni sayfalar
açar, açtıkça daha iyilerini, güzellerini bulur.
Yazının başlığı bu
yüzden kitaptaki üç kuşağın üç kadını için "Üç
Beyaz" oldu. Dünyada olabilecek her türlü kötülüğe ve
zulme karşı duru, sessiz ve kararlı kalabilen bir temizliği
simgelediği için.
....
Ruhlar Evi (1) birçok
açıdan önemli bir kitap. Bir ailedeki üç kuşakla 20. yüzyıldaki
değişime tanıklık etmesi, Amerika kıtasında ve Şili'de
yaşandığı halde dünyanın her yerinde de geçmiş olabileceği,
Latin Amerika edebiyatının özgün yanlarını taşıması ve aynı
zamanda dünya ölçeğinde çok satması bu nedenlerden yalnızca
birkaçı. Kitabın her bölümü, hatta her paragrafı da bunlara
eklenebilir.
Kitabın Bille August'ün
yönettiği, Meryl Streep, Glenn Close, Jeremy Irons, Winona Ryder ve
Antonio Banderas'ın oynadığı bir filmi de var. (2) Konusuyla
ilgili iki özet verilmiş. Filmi biri "Şili, 20. yüzyılın
ikinci yarısı. Yoksul Esteban Clara'yla evlenir ve bir kızları
olur. Esteban çok çalışır ve kendisini bir hacienda almaya ve
yerel bir patriark olmaya götürecek parayı kazanır. Çok tutucu
olur, işçileri ondan korkar. Blanca büyüyünce genç bir
devrimciye, işçileri sosyalizm için savaşmaları için
yönlendiren Pedro'ya âşık olur. Pedro ve Esteban'ın karşı
karşıya gelmeleri kaçınılmazdır" girişiyle tanıtıyor.
Diğeriyse Esteban'ın Clara'nın kardeşi Rosa'yla evlenmek
istemesinden, para kazanmak için altın madeninde çalışmasından,
Clara'nın ailede bir ölüm olacağını önceden bilmesinden, Rosa
beklenmedik bir biçimde ölünce sessizliğe gömülmesinden de söz
ediyor.
Ruhlar Evi ve Bille
August, 1994'te Havana Film Festivali'nde "Latin Amerikalı
Olmayan Bir Yönetmenin Bir Latin Amerika Konusunda Gerçekleştirdiği
En İyi Yapım" ödülünü almış.
Televizyon için 2012'de
çekilmiş "American Horror Story - Amerikan Korku Öyküsü"
filminin Türkçe'deki adının "Ruhlar Evi" olarak
verilmesi de Isabelle Allende ve Bille August imzalı "Ruhlar
Evi" kitabı ve filmi için bir haksızlık, özgün başlıkları
İnternet dünyasında korumanın zorluğuyla ilgili bir örnek
olmuş.
....
Işık hızıyla iletişim
çağında tüm kavramlar gibi sanat da sürekli bir değişim
içinde. Üretilme, paylaşılma ve tüketilme biçimleri eskisinden
farklı. Geleceğe yeni yaklaşımların damgasını vuracağı
şimdiden görülüyor. Bir romanın filme çekilmesi, sanatın en
güçlü dallarından bu ikisi arasında her zaman özel bir ilişkiye
neden olmuştur. Günümüzde yeni bir etkileşim süreci olduğu
söylenebilir. Bir romanın kitabı ve filmi eskiden adeta ayrı
dünyalarda yaşarken, günümüzde filmi çekilmiş bir roman,
kitabı henüz okumamış okuyucuların her an ulaşabileceği
bilgilerle, üstelik zengin bir görsel dünyayla birlikte bulunuyor.
Ruhlar Evi'ni filminden bağımsız olarak okuyabilecek bir okurla,
kafasında Esteban Trueba için Jeremy Irons, Clara için Meryl
Streep, Ferula için Glenn Close, Pedro için Antonio Banderas
görüntüleriyle okuyacak okurun kuracakları gerçeklik sanırım
aynı olmayacaktır.
Konusunu Şili'de yaşanmış
gerçek olaylardan alan Ruhlar Evi'nde okurun, bazı karakterlerin
yüzlerini gerçek dünyadaki karşılıklarından alarak
yerleştirmesi de kaçınılmaz.
....
"Anneme, büyükanneme
ve bu öyküdeki bütün olağanüstü kadınlara."
Ruhlar Evi bu sunuşla
başlıyor. Sonra Pablo Neruda'dan bir alıntı var:
"İnsan dediğin kaç zaman yaşar sonunda?Bin gün müdür yaşadığı tek gün mü yoksa?Bir haftacık mı? Yüzlerce yıl mı?Kaç zaman sürer kişinin ölmesi?Ya sonsuzluk, onun anlamı ne?"
Ruhlar Evi, büyülü bir
dünyanın gerçeğe hiç de uzak olmayan kapısını açıyor.
Kitapta öykünün olağanüstü kadınlarından üçünün ayrı bir
yeri var. Üç beyazın, temizliğin ve iyiliğin simgeleri
Clara'nın, Blanca'nın ve Alba'nın. Anlatılan ana öykü Esteban
Trueba'nın, nişanlısı Rosa'yla evlenmek için zengin olmayı
kafasına koyan ve çabalarına bir madende başlayıp büyük bir
çiftlikte başarıya ulaşan genç bir adamın uzun sürecek
yaşamına dayanıyor. Romanın ana kahramanının Şili ve onun 20.
yüzyıldaki değişim süreçlerinde acılar içinde varlıklarını
sürdürmeye çalışan çileli insanları olduğunu söylemek de
yanlış olmaz.
Isabelle Allende'nin
kitabı, gerçekliğin özgün bir yansımasını büyülü
dünyasında kurabilmiş olmanın çok ötesine geçiyor. Yaşamın,
toplumsal ve bireysel ilişkilerin, yirminci yüzyıla damgasını
vurmuş sistemlerin ve içinde bulundukları değişim sürecinin
öyküsü oluyor.
Yazarın kitaplarında
anlattığı olayların geçtiği yerler arasında on beşinci, on
dokuzuncu ve yirminci yüzyıllar boyunca Şili, 1960
Venezüella'sının gerilla hareketi, Vietnam Savaşı ve 18.
yüzyılda Haiti'deki köle ayaklanması bulunuyormuş.
1981'de Allende hâlâ
Şili'de yaşayan sevgili büyükbabasının ölmekte olduğunu
öğrenmiş. Onların evindeki yaşamıyla ilgili çocukluk anılarını
öyküleştirdiği bir mektup yazmaya başlamış. Dedesi mektubu
okuyamadan ölmüş. Ama mektup, 40 yaşındayken onun yazarlık
yaşamını başlatacak olan "Ruhlar Evi" kitabı için
temel olmuş. Roman, 1920'lerle 1973'teki askeri darbe arasındaki
dönemde Şili'de yaşayan iki ailenin yaşamlarını
ayrıntılandırıyormuş. Hem bir aile destanı, hem de politik bir
tanıklık olarak tanımlanmış.
Isabel Allende yazarları
iyi hırsızlara benzetiyor. Bir gerçeği aldıklarını ve bir büyü
numarasıyla onu tümüyle tümüyle yeni bir başka şeye
dönüştürdüklerini söylüyor. Yazmanın en iyi yanlarını gizli
hazineler bulmak, unutulmuş olayların üzerine bir ışık
tutabilmek, yorgun ruhları düş gücüyle canlandırabilmek, bir
çok yalandan bir tür gerçek yaratabilmek olarak sıralıyor.
Ruhlar Evi'ni yazmaya
götürecek yolun başlangıcını şöyle anlatıyor:
"Yaşamımın ilk
bölümü 11 Eylül 1973'te sona erdi. O gün Şili de acımasız bir
darbe oldu. Başkan Salvador Allende, demokratik bir seçimle gelen
ilk sosyalist başkan, öldü. Birkaç saat içinde ülkemdeki
demokrasi yüzyılı sona erdi ve yerini bir terör rejimi aldı.
Binlerce kişi tutuklandı, işkence gördü, öldü. Birçoğu
ortadan yok oldu ve cesetleri hiçbir zaman bulunamadı. Allende
ailesi kaçmak zorunda kaldı ve yurtdışında olanlar geri
dönemedi. Ben, giden son kişiydim. Artık dayanamayacak hale gelene
kadar kaldım, 1975'te eşim ve çocuklarımızla birlikte kaçtım."
Ardından kitabın ortaya
çıkış sürecini özetliyor:
"Kaderim 8 Ocak 1981
günü değişti. Karakas'ta büyükbabamın ölmekte olduğunu
bildiren bir telefon aldığım gün. Ona veda etmek için Şili'ye
gidemezdim, bu yüzden o akşamüstü o sevgili yaşlı adam için
bir tür manevi mektuba başladım. Onun bunu okuyacak kadar
yaşamayacağını biliyordum, ama bu durum yazmamı engellemiyordu.
İlk cümleyi bir trans durumunda yazdım: 'Barrabas bize denizden
geldi.' Barrabas kimdi, niçin denizden gelmişti? En küçük bir
fikrim bile yoktu ama şafağa dek bir çılgın gibi yazmayı
sürdürdüm, bitkinliğin beni alt ettiği ve yatağıma kıvrıldığım
zamana dek. Eşim 'Ne yapıyordun?' diye mırıldandı. 'Büyü' diye
yanıtladım. Ve gerçekten büyüydü bu. Sonraki akşam yemeğinden
sonra yazmak için yine kendimi mutfağa kilitledim. Her gece yazdım,
büyükbabamın ölmüş olduğu gerçeğine aldırmadan. Metin
birçok ince dalı olan devasa bir organizma gibi büyüdü, yılın
sonunda mutfaktaki sayaç beş yüz sayfayı gösteriyordu. Artık
bir mektuba benzemiyordu. İlk romanım, Ruhlar Evi, doğmuştu.
Gerçekten yapmak istediğim tek şeyi bulmuştum: öyküler yazmak."
Yazmanın kendisi için
önemini vurguluyor:
"Geçen yirmi yıldan
fazla zamanda, dostlarım, öğrendiğim yalnızca tek bir şeyin
kesin olduğudur. Hiçbir şey ruhumu yazmaktan fazla coşturamaz.
Yazmak kendimi genç, sağlam, güçlü, mutlu hissetmemi sağlıyor.
Müthiş! Benim yaşımda hemen hemen olanaksız olsa da, kusursuz
bir âşıkla sevişmek kadar can katan bir iş."
Yazma sürecinin
zorluklarına değiniyor:
"Yaşamın dokusundan
romanlar yapılır. Bir roman, uzun ve sabırlı bir anlatıdır, Çok
iplikli ve çok renkli ince bir duvar halısının dokunması
gibidir. Sezgilerle çalışırım, ne yaptığımı çok iyi
bilmeden, günün birinde dönüp çıkan tasarıma bakarım. Bir
kitabı hiçbir zaman gerçekten bitirmem, yalnızca vazgeçerim. Her
zaman söylenebilecek daha fazla şey vardır, olayın yeni bir yöne
dönmesi, başka bir şaşırtıcı karakter çıkması,
değiştirilecek, düzeltilebilecek, derinleştirilebilecek pek çok
ayrıntı. Bir öykü, kendi yolu olan yaşayan bir canlıdır, benim
işim onun kendisini anlatmasına izin vermektir. Ulaşılacak sonucu
fazla düşünmeden yazma sürecini seviyorum. Bunlar temsilcimin ve
yayıncımın ilgilendiği konulardır."
Bir romanın tutku, sabır
ve kendini tümüyle vermeyi gerektirdiğini belirtiyor:
"Tam bir bağlılıktır,
âşık olmak gibi. Yazmayı tetikleyen ilk itici güç benim için
hep, uzun süredir benimle birlikte yaşayan çok güçlü bir
duygudur. Zaman motivasyon kaynaklarını ortaya çıkarır ve onu
anlatabilmem için gereken uzaklığı, belirsizliği ve ironiyi
sağlar. Fırtınanın ortasında yazmak zordur. Öyküyü sert
rüzgarlar geçtikten ve fazlalıkları sezebilecek duruma geldikten
sonra yeniden yaratmak, öncelik verilmesi gereken bir yaklaşımdır.
Mücadele, kaybetmek, bellek. Bunlar yazma etkinliğimin
hammaddeleridir."
Yaptığı bir konuşmaya
sevdiği bir Yahudi atasözünü aktararak başlıyor:
"Soru: Gerçekten
daha gerçek olan nedir?
Yanıt: Öykü."
Allende üzerindeki
Marquez etkisi için şunlar dile getirilmiş:
"Allende'nin 'büyüsel
gerçekçi' anlatım tekniği anında ve kaçınılmaz olarak Ruhlar
Evi'nin Latin Amerika edebiyatının devi Yüz Yıllık Yalnızlık
(1970) yapıtıyla karşılaştırılmasını getirdi. Önceki
söyleşilerinden birinde Allende'nin kendisi de bu noktaya değindi,
Garcia Marquez'in başyapıtının kendi kuşağındaki yazarların
hemen hemen tümü gibi onu da etkilemiş olduğunu belirtti."
"Bugün Allende adı,
çağdaş Latin Amerikan Edebiyatı'nın en büyükleri katında daha
önce yer bulan 1960'lar ve 1970'ler Latin Amerikan Patlaması'yla
ilgili adlar Gabriel García Marquez, Carlos Fuentes, Julio Cortázar
ve Mario Vargas Llosa'nın yanında en çok tanınan seslerden
biridir."
....
Ruhlar Evi'nde seçilen
bir başkan var, ama tarihe özgürlüğün acılı yollarının
önemli yürüyüşçülerinden biri olarak geçen Salvadore
Allende'nin adı geçmiyor. Büyük bir şairin cenaze töreni
anlatılıyor ama Pablo Neruda, radyo denen mucize sayesinde kadife
sesi ülkenin en uzak köşelerine ulaşabilen bir Pedro Tercero
Garcia var ama Victor Jara yok.
Kitabın her bölümü
öykünün üç beyazının ve Şili'nin yakın tarihinin belirli
kesitlerine karşılık geliyor.
İlk beyaz Clara'nın
babası Severo del Valle "bir dinsiz ve mason", annesi
Nivea "Tanrıyla aracısız alışveriş etmeyi yeğlerdi"
sözleriyle tanıtılıyor. Clara içinse "Küçük Clara
durmadan okuyordu. Ayrım tanımayan bir kitap sevgisi vardı. Marcos
Dayısının o sihirli sandıklarındaki büyülü kitapları sevdiği
kadar babasının çalışma odasındaki Liberal Parti belgelerini
okumayı da seviyordu" deniyor.
İkinci beyaz Blanca "Çoğu
çocukların daha kıçlarında bezle dolaştıkları yaşta Blanca
zeki bir cüceyi andırıyordu" sözleriyle sahneye çıkıyor.
Üçüncü beyaz Alba
okula gitmiyor. Anneannesi, onun kadar yıldızı barışık ve
kısmetli birinin okuma yazma dışında hiçbir şey bilmesine gerek
olmadığını, bunları da evde öğrenebileceğini düşünüyor.
Alba beş yaşındayken kahvaltı masasında gazeteleri okumaya ve
haberleri dedesiyle tartışmaya başlıyor. Altı yaşındayken
büyük dayısı Marcos'un sihirli sandıklarındaki büyülü
kitapları keşfediyor ve imgelerin dönüşü olmayan dünyasına
tümüyle giriyor.
Küçük bir çocukken
Alba, Esteban Garcia'yla karşılaşıyor. Delikanlı bu küçük kız
çocuğundan neredeyse Trueba'dan nefret ettiği kadar nefret ediyor,
Alba'nın onun hiçbir zaman elde edemeyeceği, olamayacağı şeyleri
simgelediğini düşünüyor. İçinden onu incitmek, kırıp ortadan
kaldırmak geliyor ama bir yandan da yumuşak tenini elinin altında
bulundurmak istiyor.
Aday'ın başkanlık
seçimlerini kazanmasından sonra yapılan kutlamalar anlatılıyor:
"Görülmedik bir
manzaraydı bu: sıradan vatandaşlar -kalın tabanlı iş
kunduralarıyla fabrika işçileri, kucakları bebeli kadınlar,
ceketsiz öğrenciler- eskiden kırk yılda bir girdikleri ve tamamen
yabancısı oldukları o zenginlere özgü semtte serinkanlılıkla
yürüyorlardı. Şarkılarının yankısı, ayak sesleri,
meşalelerinin parıltısı panjurları kapanmış sessiz evlerin
içine sızıyordu."
Darbe sonrası içinse
şunlar söyleniyor:
"Askeri yönetim bir
kalem vuruşuyla dünya tarihini değiştirdi, rejimin hoş görmediği
kaç olay,ideoloji ve kişi varsa hepsini sildi. Haritaları yeniden
düzenlediler, çünkü Kuzeyin tepede, sevgili anavatandan uzaklarda
olmasına hiçbir nedence yoktu; aşağıya yerleştirilirse göze
daha hoş görünürdü. Yetkililer elleri değmişken uçsuz
bucaksız kıyı suları da çizdiler."
Şair'in cenaze töreni
ölümsüzleştiriliyor:
"Şair deniz
kıyısındaki evinde ölüyordu. Sağlığı epeydir bozuktu ve son
olaylar onun yaşama arzusunu tüketmişti. Askerler kapısını
kırıp evine girmişler, kaçak silah ve komünist aramak
bahanesiyle onun salyangoz koleksiyonunu, deniz kabuklarını,
kelebeklerini, şişelerini, yedi denizden bulup getirmiş olduğu
gemi süslerini, kitaplarını, tablolarını, bitmemiş şiirlerini
yağmalamaya girişmişlerdi, öyle ki göğsünün içinde çarpan
şair yüreği teklemeye başlamıştı. Onu başkente götürdüler,
Şair dört gün sonra burada öldü. Yaşama türkü söylemiş olan
bu adamın son sözleri, 'Onları vuracaklar! Onları vuracaklar!'
oldu. Ölüm saatinde dostlarının hiçbiri başucuna gelemedi:
hepsi kaçak, sürgün ya da ölüydüler. Sırttaki mavi evi yarı
harabe durumundaydı, zemini yakılmış, pencereleri kırılmış.
Bu, komşuların dediği gibi askerlerin işi miydi, yoksa askerlerin
dediği gibi komşuların işi miydi, kimse bilmiyordu. Dünyanın
her köşesinden cenazesinde bulunmak üzere gelen gazetecilerin
yanında gelmek yiğitliğini gösteren bir avuç insanın
katılımıyla cenaze töreni yapıldı. Senatör Trueba ideolojik
yönden onun düşmanıydı, ne var ki onu çok zaman evinde
ağırlamıştı ve şiirlerini ezbere biliyordu. Yanında torunu
Alba'yla tepeden tırnağa siyahlar giymiş olarak törene katıldı."
"Sessizlik içinde
yürüyorlardı. Birden birisi boğuk bir sesle Şair'in adını
çağırdı ve herkes bir ağızdan yanıtladı: 'Burda! Şimdi ve
her zaman!' Sanki bir sübap açılmış ve o günlerin olanca acısı,
korku ve öfkesi oradakilerin bağırlarından kopup sokağa
dökülerek müthiş bir haykırışla kapkara bulutlara yükselmişti.
Bir başkası 'Companero Başkan!' diye bağırdı ve hep bir ağızdan
yas tutanların vaveylasıyla yanıtladılar: 'Burada! Şimdi ve her
zaman!' Şairin cenaze töreni özgürlüğün simgesel törenine
dönüşmüştü."
"Alba, 'Yaşamasını
bildiği gibi ölmesini de bildi!' diye karşılık verdi."
....
Salvadore Allende
seçilmişti. Ama kendileri seçilince seçimleri kutsal bulanlar,
bir başkası seçilince sonucu kabul etmediler.
....
Kitaptaki ruhlara
gelince...
Evet, Ruhlar Evi'nde
ruhlar var, ama pek de fazla çıkmıyorlar karşınıza. Üstelik
dünya üstündeki insanın acımasızlığı karşısında çoğu
kez çaresiz kalıyor, ancak sevgiyle bakan dost bir bakışın
sıcaklığını hissettirebiliyorlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder