Jin
yaşam demektir. Aynı zamanda kadın. Kadın ve yaşamın aynı
sözcükte buluşması bir rastlantı olmayabilir. Çünkü kadın
bir başka yaşama can verebilir, bu gücü içinde taşır. Bu
topraklarda bir zamanlar adı bile anılmayan bir halkın dilinin,
acılarını ve sevinçlerini anlatmayı sürdürmesi bir rastlantı
mıdır? Kuşkusuz değil. Çünkü dil de yaşamdır. Halklar
düşündükçe, konuştukça, yazdıkça yaşar, gelişir,
ölümsüzleşir. Dilleri yaşamlarını besler, varlıklarını
korur. Kadın kendi dilini konuşup yaşattıkça dünyasının
çocuklarında da yaşamasını sağlar. Bir umut, kendi içinde ve
kendinden sonrakilerde hep kalır. Adı anılmayan halkın yok
sayılan dili bazen bir dere, bazen coşkulu bir ırmak gibi hep
akar. Öykülerde, romanlarda, filmlerde yaşar. Güçlenir.
Jin,
Reha Erdem'in yazdığı ve yönettiği 2013 yapımı filmin adı.
(1) Oyuncular Deniz Hasgüler, Onur Ünsal ve Yıldırım Şimşek.
Yönetmenin kısa özgeçmişinde İstanbul doğumlu olduğu,
çalışmalarına Boğaziçi Üniversitesi'nde tarih okuyarak
başladığı, Paris 8 Üniversitesi sinema bölümünü bitirdiği,
plastik sanatlarda yüksek lisans yaptığı, son iki filminin
Türk-Fransız-Alman ortak yapımı Jin (2012) ve Şarkı Söyleyen
Kadınlar (2013) olduğu, biri dışında tüm filmlerinin
senaryosunu kendisinin yazdığı belirtiliyor. Jin 2012 yapımı mı,
2013 yapımı mı, yoksa ilki yapım ikincisi vizyon tarihi mi?
Belleğe güven olmadığı gibi, İnternet'e de güven olmuyor.
Filmin ve yönetmenin bilgilerinde verilen tarihler farklı. Filmleri
Şarkı Söyleyen Kadınlar (2013), Jin (2013), Kosmos (2010), Hayat
var (2008), Beş vakit (2006), Korkuyorum Anne (2004), Deniz türküsü
(Kısa film, 2001), Kaç para kaç (1999) ve A ay (1988) olarak
listeleniyor.
Filmin
konusu şöyle özetlenmiş:
"Henüz
17 yaşlarında bir genç olan Jin, yaşama tutunmak için tüm
yolları zorlayan ve bunun için karanlık ormanları cesurca aşmaya
çalışan bir nev-i ‘Kırmızı Başlıklı Kız’dır.
Bilinmeyen bir nedenle, üyesi olduğu örgütten kaçıp, uzaklaşır.
Hem silahlı örgüt mensuplarından hem de güvenlik kuvvetlerinden
gizlenerek hayatta kalmaya çalışır. Şimdi benliği hayal
kırıklıklarıyla örülüdür. Kendisini sığındığı ormana ve
doğaya adar. Dağlarda, tepelerde yalnız başına günler ve
geceler geçirir. Patlayan bombalar, çatışmalar, tedirgin geçen
günlerin ardından, sivil kıyafetler bulup kente inse de, hayat
onun için insanlar arasında hiç kolay olmayacaktır. Tüm bu
süreçte yaşadıkları ona hayvanların, doğanın en yakın dostu
olduğunu gösterecektir..." (2)
....
“Bu
filmi kimin için yaptınız?”
Kendisini
Kürt olarak tanıtan bir erkek, 63. Berlin Film Festivali'nde Reha
Erdem'in Jin Filmini izledikten sonra yönetmenle yapılan soru cevap
etkinliğinde bu soruyu sormuş. Filmle ilgili bir yazı böyle
başlıyor. Jin için, büyükannesini ziyaret etmek isteyen kırmızı
başlıklı kızın hikayesi deniyor. Jin'in Kürtçede hayat veya
kadın anlamına geldiği, iki anlamı birbirinden ayıranın i harfi
üzerindeki inceltme işareti olduğu söyleniyor. Ardından filmin
öyküsü ve yorumlar aktarılıyor.
"Filmin
başında 17 yaşındaki Jin, gerilla grubunu terk ediyor ve izleyici
bu kararın nedeni üzerine sadece tahminlerde bulunabiliyor. Jin'in
yolculuğu sırasında karşılaştığı insanlarla diyaloglarından,
İzmir'deki büyükannesini ziyaret etmek istediğini anlıyoruz.
Ancak elinde kimliği olmayan Jin'in dağdaki gerilla aktivitelerini
saklamak için bunu bir bahane olarak mı anlattığı
kesinleşemiyor."
"Reha
Erdem 'Jin' filminin konusunu seçmekle büyük bir cesaret
göstermiştir. Filmin gösteriminden sonra gerçekleşen soru-cevap
sürecinde de filminde her iki tarafta bir sürü ölüme yol açmış
ve hala da ölümlere sebep olan bir çatışma ile ilgili bir masal
anlatmak istediğini de vurguladı. Kazdağları'nın yemyeşil
ormanları ve pınarları, Mersin Dağları'nın muazzam görüntüleri
ve Jin'e yoldaşlık eden hayvanlar bu masala uyan bir görüntü
veriyor. Bu hikaye, büyükannesini ziyaret etmek isteyen kırmızı
başlıklı kızın hikayesidir." (3)
....
"Atilla
Dorsay ile Usta Yönetmenler” etkinliğine konuşmacı olarak
katılan Reha Erdem, 'Kosmos ' adlı filminin gösteriminden sonra
yapılan söyleşide Jin'den sonra genel sessizliğini bozarak
konuşmak Zorunda Kaldığını, filminin sinemadan çok politik
anlamda konuşulduğunu söylemiş.
Sakıp
Sabancı Müzesi'nin film gösterimleri ve panellerden oluşan bu
etkinlik dizisinin ilki, 29 Ocak Çarşamba akşamı gerçekleşmiş.
Film gösteriminin ardından gerçekleşen panelde Reha Erdem
sinemaya nasıl başladığından, gerçekçilik akımına getirdiği
eleştirilerden, Jin filmi üzerine gerçekleşen politik tartışma
ortamından, savaş karşıtı filmlerin sıkıntılarından,
sinemadaki gerçeklik algısından ve Yeni Türk Sineması'ndan söz
etmiş.
"Konuşarak
anlatabilsem zaten film yapmazdım. Yönetmenler genel olarak
filmleri hakkında konuşunca ya prospektüs gibi oluyor ve filmin
yanında yalan yanlış duruyor ya da bir takım sözler aforizma
gibi çıkıyor ve hep onlar kalıyor, Bunların çok rahatsız edici
olduğunu düşünüyorum yoksa bu konuşmak/konuşmamak kendini
saklamak gibi bir şey değil."
"Yeni
Dalga tek başına bir şey değil, ben zaten bir takım akımlar
adlandırıp elmalarla armutları aynı kefeye koymaktan
hoşlanmıyorum. Godard ile Truffaut'yu hiçbir zaman yanyana
hissetmedim, Herkes ayrı ve o farklılıklar beni çekiyor.
Kategorize etmek indirgemeci oluyor."
"Yeni
Türk Sineması anlamlı da olsa, o bile karıştı artık, bize
(Nuri, Zeki gibi arkadaşlarım) hala yeni diyorlar, bir yandan
yepyeni sinemacılar çıkıyor. Kim yeni kim eski karıştı."
"Sinema
okuyan genç arkadaşlarıma da hep şunu söylüyorum; en şahane
şey çok fazla film seyredip sinemanın o şahane geçmişini bilip
sonra yelkenleri doldurup öyle gitmek."
“Başarı
bir sanat kriteri değil, ... Mesela burada bir sanatçı var; Anish
Kapoor, bence bu yılın en şahane kültürel olayıydı,
görmediyseniz mutlaka görün, ne yazık ki fazla yazılıp
çizilmedi. Yurtdışındaki arkadaşlarımsa filmlerimden öte bana
hep Kapoor'u sordular.
"Ses
zaten sinemanın yarısı, kullanmıyor olmak eksiklik. Bundan bir
anlam yaratma imkanımız varken, sinemayı sadece basit bir hikaye
anlatımına indirgemek sinemanın imkanları açısından küçültücü
bir şey. Müzik sanatların en üstü, keşke müzik yapabilseydim
de filmle filan çok uğraşmasaydım. Müzik bambaşka, orada
akıyor/akmıyor da yok, kodlaması çok daha zor."
"Filmlerim
üzerine anlatılacak, saklı hiçbir şey yok, her şey olduğu ve
göründüğü kadar, ben öyle filmleri seviyorum. Açık filmler
bunlar, neresinden girerseniz girin, yarısında izlemeyin fark
etmez, tamamen açık. Zorluk ise hep belli algılarımızın
olmasıyla alakalı. Son filmim Şarkı Söyleyen Kadınlar için de
soruldu 'geyik neyi simgeliyor?' o geyik sadece bir geyik."
"Kosmos
da o anlamda çok basit; bir tane adam; ister meczup diyin ister
demeyin, 'çalışmak istemiyorum, aşk istiyorum' diyor; bundan daha
basit bir şey yok. O benim kahramanım, keşke öyle olabilseydim.
Ne yazık ki hayat bize o imkanı vermiyor. Kosmos biriktirmeyen bir
insan, parçaları topluyor ama tutmuyor."
"Beş
Vakit'ten örnek vereyim: Güneş tutulması oldu çekimde, zaten
zamanını biliyorduk ama çekilmesi imkansız bir şeydi bizim için.
Hiç beklenmedik bir mevsimde, tam o an bulutlar geldi ve çekilme
imkanı oldu, bulutlar filtre yaptı. Anında bütün programı
değiştirip tutulmayı çektik ve sonra çekime göre filmi seyredip
tutulmayı senaryonun içine soktuk."
"Aslında
zamanla ilgili bir meselem var. Bu dünyanın bize empoze ettiği,
fonksiyonel para kazanma zamanını, bütün hayatımızı etkileyen
zamanı kastediyorum; kaçamaklarımızı, tembelliklerimizi bile iş
saatlerimize göre düzenliyoruz. Doğa ise benim için bu zamanın
tam tersini öneriyor; hepimize empoze edilenin dışında
yürüdüğümüz bir zamanı."
"Yeni
bir dijital devrin içindeyiz, müthiş bir çağdayız, çok heyecan
veriyor aslında bu bana. Bu çağın çocukları artık teknolojiyi
protest haliyle yaşıyorlar. Gezi'ye dair en umut verici taraf da
buydu bence, isyan meselesinden öte tabi; yeni teknolojinin insanla
birleşmesi umudu."
Doğa
derken hepimiz gidelim kırlara yatalım, şehirleri terk edelim
demiyorum, kırları buraya getirelim, burayı kır yapalım.
“Filmlerin
bir kısmına 'hiç hayattanmış gibi değil' deniyor. Halbuki hayat
başka, sinema başka. Sinemadaki kuş, sinemadaki kuş, yani filmin
kuşu, öyle bir kuş hayatta yok. O nedenle her şey fantastik,
gerçekçi gibi geçinenler daha büyük yalan söylüyor. Sinemada
gerçekçiliğin sonu pornografidir."
“Jin
sinemadan çok politik anlamda konuşuldu. Bu 30 yıllık savaşta
kaç bin tane hayvan öldü bilemiyoruz. Onu bırakın, birçok yerde
iklim değişti, ormanlar yakıldı, dağlar delindi. Savaş sadece
hayvanları öldürmedi; bizim terminolojimizi değiştirdi. Bu
ülkedeki şiddet hala bu savaşın izlerinden geliyor bence.
Binlerce kilometre uzağında da olsa savaş olan bir ülkede evlerde
de barış olmuyor.“
"Açıkçası
savaş karşıtı filmlerin çoğunun tamamen savaş fetişizmi
yapan, içinde silah olan ve lanet de etse silahları özendiren
filmler olduğunu düşünüyorum."
"Jin
filminde de en çok onu tartıştık; filmden hoşlanmayan Kürt
arkadaşlar haklı olarak 'bizi niye bir çürük elmayla anlattın?'
diye eleştirdiler. Tabii ki bu bir gerilla belgeseli değil ama
gerilla da zaten zaafları olan bir insan." (4)
....
Fatih
Özgüven ise Berlin Bilançosu adlı yazısında şöyle diyor:
"Uzun
uzun filmin güncel politik arka planını söz konusu etmek,
filmdeki küçük Kürt kızının 'dağa çıktığını mı yoksa
dağdan indiğini mi' düşünmek, 'neden' diye sormak mümkün.
Şöyle ya da böyle, 'Jin' Reha Erdem'in vahşi ve esrarengiz bir
dünyayla baş başa kalmış küçük kızlar dizisinin günümüz
Türkiyesi bağlamındaki en açık sözlü filmi." (5)
Bir
başka yazısındaysa Erdem'in sinemasıyla ilgili
değerlendirmelerden söz ediyor:
"
'5 Vakit'ten, 'Hayat Var'dan acılarla sıçrayıp 'Kosmos'a ikna
olmanın sevinciyle 'Jin'e bile hoşgörü sayfası açtınız.
Erksan'dan bu yana ortalıkta "Böyle bir sinema yok" diye
'A Ay'ı önemseme gerekliliğinden zaten yorgunsunuz. Arada
'Korkuyorum Anne'yi sevmiş fakat nereye koyacağınızı
bilememişsinizdir. Gerek var mı bu acılara? Var, diyenler şunu
diyor: Reha Erdem, birkaç başka yönetmenle birlikte Türkiye'de
'şahsi sinema' yapmaya çalışan bir yönetmendir. Yok, diyenler
şöyle diyor: Şahsi sinemadan anladığımız kafası karşık
hikaye midir?" (6)
....
Reha
Erdem'in 1989 yapımı 'A Ay' filmi (7), Osman Akyol'un Sanatlog'daki
'Türk Sinemasında Sanat Filmleri' yazısında verdiği listede ilk
sırada yer almış. (8)
....
Son
nokta konduğunda sanat yapıtı yaratıcısından ayrılır, tüm
insanlara ulaşabilecek bir yolculuğa çıkar. Zamanın gücüyle
sınanır. Jin, özellikle doğa görüntüleri nedeniyle ilgiyle
izlediğim bir film oldu. Bir filmle ilgili güncel tartışmalar da
çok önemli olmayabilir, politika ve savaş geçicidir, ulaşılan
özgürlük ve barış ise kalıcı. Ama takıldığım bir nokta
var.
Kadın
ölmeli mi?
Bilimde,
teknolojide, anlatım ve iletişim olanaklarında yaşanan tüm
gelişmelere karşın sanatın yalınlığı en önemli güç olmayı
sürdürüyor. Yaşamın karmaşasını, insanların bitmeyen
telaşını, gözleri kör kulakları sağır eden büyük gürültüyü
bir anda kesiyor. Karşısındakini sessizliğin içine sinmiş yeni
anlamlar arayan başka bir dünyayla baş başa bırakıyor.
Jin'de
de orman, dağ, toprak, hayvan görüntüleri filmin temel gücünü
oluşturuyor. Doğanın sakinliğinin yanında insanın öfkesinin
anlamsızlığını sessiz bir tokat gibi vuruyor. Küçücük bir
kız içinde bırakıldığı dünyada acımasız vahşilerin
arasında ürkek bir kuş gibi usulca yürüyüp uçmaya çalışarak
bir çıkış yolu bulmaya çalışıyor. Her an yok olabilecek bir
yaşamın acısını sürekli hissettiriyor. Güncel koşullarda Reha
Erdem bu acılı denklemi yeterince inceleyip daha net bir yorumla
bakmadığı için eleştirilebilir. Bu eleştiri haklı olsa bile
filmin değerini, fırtına dindiğinde yerleşeceği yeri etkilemez.
Yaşam
ışık ve umuttur, ölüm karanlık ve umutsuzluk.
Sanatta
incecik, küçücük de olsa bir parlaklık, tünelin ucunda bir
beyazlık görünmelidir.
Jin
ölmeli mi? Ölürse tüm yaşadıkları, katlandığı tüm
zorluklar, çektiği acılar boşa mı gitmiş olacak? Tüm
güzellikler onunla birlikte toprağa mı gömülecek?
Jin
yaşamalı mı? Yaşarsa boş bir umut mu olacak? İçinden
çıkamadığı bir çaresizlikten bir başkasına dönecek? Hep
çektiği acıların, yitirdiği dostların karanlığına mı
katlanmak zorunda olacak? Yoksa güçlenip yeniden doğarak ışığa
ulaşabilecek mi?
Jin
hem kadın, hem yaşamdır. Jin ölmeli mi? Yaşamalı mı?
....
Zor
günler yaşıyoruz. Ölümle savaşmadan yaşam olmaz. Güzelliklere
ulaşabilmek için önce ayakta kalmak, sabırlı olmak, sessizce
güçlenmek, yaşama dört elle sarılıp onu kucaklayabilmek
gerekir.
Kadın
yaşamdır. Ona ölüm geçicidir. Ölüme inat canlar verebilir.
Yeniden doğar ölümlerde. İçinde beslediği yaşamın özü başka
bedenlere geçmeden düşüp toprağa karışırsa büyük bir acı
duyar. "Yaşama can katmadan ölmeyin" diye haykırmayı
sürdürür.
1.
Reha Erdem, Jin, http://www.imdb.com/title/tt2670226/
2.
Reha Erdem, Jin, http://www.beyazperde.com/filmler/film-217364/
3.
Fadime B. Acıbadem,Jin: Cevapları Sorgulamak,
http://www.bianet.org/bianet/diger/145062-jin-cevaplari-sorgulamak
4.
Pınar ÇALIŞKAN, Reha Erdem: Jin'den Sonra Konuşmak Zorunda
Kaldım,
5.
Fatih Özgüven, Berlin Bilançosu,
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/fatih_ozguven/berlin_bilancosu-1122254
6.
Fatih Özgüven, İsa bu adaya uğramadı,
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/fatih_ozguven/isa_bu_adaya_ugramadi-1178704
7.
Reha Erdem, A ay, http://www.imdb.com/title/tt0429489/
8.
Osman Akyol, Türk Sinemasında Sanat Filmleri,
http://www.sanatlog.com/sanat/turk-sinemasinda-sanat-filmleri/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder