25 Mayıs 2019 Cumartesi

Çıplaklığın Çevirisi, Dillerin Dilsizliği


"Hiçbir gerçek sanat yapıtı, anlamı ile güzelliğini çırılçıplak ortaya sermez."

Akşit Göktürk'ün "Çeviri: Dillerin Dili" kitabında geçen bu sözü, edebiyat metniyle diğer metinler arasındaki farkı da unutulmayacak biçimde özetliyor. (1)

Edebiyat metinlerinin çevrilmesindeki güçlüğü, yazarın yaşadığı ve yapıtlarında yansıyan zamanlar ve konumlarla, ulaştırılmak istendiği farklı dünyalar arasındaki uçuruma dayandırıyor:

"Bir yazın metninin alımlanmasında, aynı iletişim konumunun değişik dillerde oluşması düşünülemez. Neden? Yazarın, yalnız her yerde, her zaman geçerli kalabilecek bir bilgiyi anlatan değil, insan varoluşunun kültürel, tarihsel, yöresel koşulluluğunu da dile getirmiş olmasından dolayı."

Küçücük bir kitapta tarihi, yaşamı, sözü, özü, biçimi, iletişimi, anlamı, işlevi, dille kurulan köprülerin insanları nasıl bağladığını ve ayırdığını anlatıyor. Günlük dildeki basit kullanımdan erişilmesi en zor yazınsal metinlere kadar uzanarak sözün başka dillere iletilmesinin kuramsal temellerini yansıtıyor.

Katharina Reiss'a dayanarak çevirmenin yerini anlatıyor:

"Çevirmen ise bu durumda, değişik bir çağda, değişik bir yörede, değişik bir kültürde hem özgün yapıt yazarı ile okurunun konumunu hem de o yazar ile çeviri dili okurunun konumunu kavrayabilmek, bu iki konum arasındaki uçurumu tanılayarak köprüleyebilmek görevini yüklenir. Bu noktada yazınsal çeviri eşdeğerliliği, bir dilsel sözcenin, değişik dillerde, değiştirilmiş zaman, yer, kültür konumunda aynı iletişimsel işlevi gerçekleştirmesiyle sağlanır."


....

Kitap John Keats'in bir şiiri ve çevirisiyle açılıyor:

"Ünlü ozan John Keats (1795-1821), en güzel şiirlerinden birinde, yurttaşı George Chapman'ın on altıncı yüzyıl sonunda yapmış olduğu bir Homeros çevirisini ilk kez okumanın coşkusunu dile getirir. Eski Yunanca bilmez Keats. Çeviri buluşturur onu Homeros'un yirmi yedi yüzyıl öteden gelen gür sesiyle, düşsel dünyasıyla. Zaman, uzay, dil engelleri birden kalkıverir ortadan. O coşkuyla ozan, bu unutulmaz okuma yaşantısını adı geçen şiirinde ölümsüzleştirir:

"Much have I travell'd in the realms of gold
And many goodly states and kingdoms seen;
Round many western islands have I been
Which bards in fealty to Apollo hold.
Oft of one wide expanse had I been told
That deep-brow'd Homer ruled as his demesne;
Yet did I never breathe its pure serene
Till I heard Chapman speak out loud and bold:
Then felt I like somer watcher of the skies
When a new planet swims into his ken:
Or like stout Cortez when with eagle eyes
He stared at the Pasific -and all his men
Looked at each other with a wild surmise-
Silent, upon a peak in Darien."

"[Çok dolaştım altından ülkelerde
Nice görkemli devletler krallıklar gördüm:
Gezdim batının birçok adasını
Ozanların Apollon'u yücelttiği.
Hep adını işittim koca bir ülkenin
Alnı geniş Homeros'un egemenlik sürdüğü;
Ama hiç solumadım o ülkenin duru havasını
Chapman'ın gür yiğit sesini işitene değin:
Bir yıldız gözlemcisi gibiydim o an
Görüş alanına yeni bir gezegen giren;
Ya da yiğit Cortez gibi kartal gözleriyle
Pasifik'i süzen -bütün adamları
Birbirine bakarken çılgın bir şaşkınlıkla-
Sessizce, Darien'deki bir uçurumdan.]"

....

Kitapta Katharina Reiss dışında Güttinger, Koller, Lawendowski, Lefevre, Levy, Ludskanow, Jakobson, Wandruszka, Wermeer ve Wills gibi pek çok ad geçiyor. Verilen kaynak listesinde Reiss'ın 1977 ile 1984, Wills'in 1974 ile 1983 yılları arasında yayımlanmış beşer çalışması yeralıyor. Göktürk dili ve çeviriyi anlatıyor:

"Her dil, belli bir kültürün göstergeler dizgesiyle, belli uzlaşımlar, töreler, davranışlar, değer ölçüleriyle, kısacası somut insan yaşamıyla iç içedir. Her yazın metninde sunulan kurmaca dünyanın art-alanında da, bütün bu etkenler yürürlüktedir. Başka dillerin tanımladığı başka dünyaların tanıtılmasıdır çeviri bu yönüyle."

"İnsanın kendi yaşam çevresi dışındaki olgularla düşleri bilme çabasının bir sonucudur çeviri. Değişik toplulukların, ulusların, bilim, sanat, düşünce alanındaki çabalarını birbirleriyle paylaşabilme yoludur. Bu yol, insanoğlunun ayrı diller konuşması gerçeğinin yanı sıra, Babil'den beri hep var olagelmiştir. Bu yönüyle tek tek diller ötesinde bir ortak dildir çeviri, dillerin dilidir. Kıskanç bir tanrının, insanoğlunu bölüp dağıtmasından doğan olumsuz sonuçlara Prometheus'ça bir başkaldırmadır."

"Keats'in şiirinde coşkuyla dile getirildiği gibi, çeviri yeni bilgi alanlarına açılmanın yoludur. Tarih boyunca birçok uygarlıkta, aydınlatma dönemleri çeviriyle başlamıştır. Her toplumda, her çağda, sanat, bilim, düşünce alanlarında özgün yaratıcılığın, açık ya da dolaylı olarak, çeviriyle beslendiği su götürmez bir gerçektir."

Çeviriyle dil arasındaki ilişkiden, etkileşimden söz ediyor:

"Her metni, içinde oluştuğu toplumsal konum gereği belirleyen birtakım iletişimsel özellikler vardır. Bu özellikler, metnin göndericisine, alıcısına, iletisinin niteliğine göre değişiklik gösterir."


"Bir metnin iletişimsel özellikleriyle, çevirisinde benimsenecek tutum arasındaki ilişki, ilkçağdan beri çeviri araştırmasının üzerinde durduğu noktalardan biri olmuştur."

Çeviri sorununa metin türü açısından bakan ilk çevirmen olarak Latince'ye Kutsal Kitap'ın ünlü Vulgata çevirisini yapan ermiş Hieronymus'un adını vererek ilkçağın bir başka ünlü çevirmeni Cicero'nun izinden gittiğini belirterek iki temel çeviri tutumunu aktarıyor:

verbum e verbus: sözcüğü sözcüğüne çeviri
sensum exprimere de sensu: anlamın çevirisi

....

Cicero kendi çevirilerinin hemen hepsinde anlamın özgürce aktarılmasını benimsemiş. Hieronymus ise genel olarak Kutsal Kitap metni için sözcüğü sözcüğüne bir çevirinin, dindışı metinler için de anlam çevirisinin uygun düşeceğini belirtmiş. Yüzyıllar boyunca birçok çevirmen ya Cicero'nun "ut interpres" diye adlandırdığı sözcüğü sözcüğüne çeviri, ya da "ut orator" dediği anlam çevirisine bağlanmış, bunlardan birinin doğruluğunu ötekine karşı savunmuş.

19. yüzyıl başında Alman düşünürü, tanrıbilimci Friedrich Schleiermacher Berlin'de Krallık Bilimler Akademisi'nde okuduğu "Çevirinin Değişik Yöntemleri Üstüne" başlıklı incelemesinde, çevrilen metin türüyle uygulanacak çeviri yöntemi arasındaki ilişkiye özel bir önem vermiş, düşüncelerinin çeviri kuramının gelişmesine katkısı büyük olmuş.

Schleiermacher metinleri genel olarak iki öbekte değerlendirmiş, bir yanda sanat metinleriyle bilimsel metinler, öte yanda gündelik iş yaşamını ilgilendiren metinler.

Göktürk, gündelik iş metinlerindeki anlamın saptanmış niteliğiyle doğrudan doğruya kavrandığını ve değişik kişilerce kavranışının pek ayrımlılık göstermediğini, öznel dil kullanımıyla oluşmuş bilim-sanat metinlerininse alışılmış anlam kalıplarının ötesine geçmeyi amaçladıklarından çoğul anlamlı iletilerinin ancak yorumla ve dolaylı olarak kavranabileceğini belirtiyor. Bilimsel metinler için ileri sürülen özgünlüğün insan bilimleri için genellikle doğru olsa bile, 1945'ten sonra kitle iletişiminin hızla gelişmesi sonucunda deneysel bilimler için geçerliliğini yitirmiş durumda olduğunu söylüyor.

Ancak bu görüşü doğrulamayan özgün doğa bilimleri metinleri de olabildiği, bilimin genişlettiği evrenden yola çıkarak farklı boyutlar açan bazı metinlerin standart ileti sınırlarının ötesine geçtiği söylenebilir.

....

Aktürk standart bir çeviri örneği olarak Basel kentinin bir gezi kılavuzundaki, kent içi ulaşımla ilgili kısa bilgi veren Almanca metni İngilizce, Fransızca, Almanca ve Türkçe çevirileriyle birlikte veriyor. Çevrilmesi kolay olan bu tür metinlerin sorunsuz ve bilgisayar çevirisine de daha yatkın olduğu söylenebilir.

Çevirmenin görevi, "tek tek sözcükler ya da tümcelerden çok metinleri çevirmek" olarak tanımlanıyor, çevirmenin hem kaynak dilin, hem de
çeviri dilinin işleyiş düzenini çok iyi bilmesi, ikisinde de dilbilgisel öğeleri çözümleyebilecek yetide olması gerektiği vurgulanıyor.

Aktürk, seslenilecek kesimin önemli olduğunu söylüyor:
.
"Bir metnin kendi somut dilbilimsel işlevleriyle kendi dışındaki hangi okura ulaşmak istediği, çeviri açısından önemli bir noktadır"

Gönderici ile alıcının düzeylerinin, yazarın okura nasıl önyargılarla yöneldiğinin önemli olduğunu, metin dışı etkenlerin göz önünde tutulup tutulmamasının metnin işlevsel yapısını etkilediğini, iletinin konusunun ve metnin amacının önemli olduğunu belirtiyor.

....

"Hiçbir gerçek sanat yapıtı, anlamı ile güzelliğini çırılçıplak ortaya sermez."

Yazının başında da aktarılan bu sözü sanatla çeşitli düzeylerde uğraşan, sanatı izleyen kesimler onaylayabilecektir. Sanata uzak olan, ya da onu yalnızca bir eğlenme, rahatlama ya da yön verme aracı olarak görenlerse kuşkulu yaklaşacaktır. Öte yandan, sanatın ve çıplaklığın birlikte düşünülmesi resimde, heykelde ve fotoğrafta önemli yer tutabilen nü yapıtları da akla getirecektir. Yaşamak için tüm canlılar gibi dokunmak ve yaşamını sürdürmesi için gerekli nesneleri ve alanları ele geçirmek için programlanmış insanın, sanattaki çıplaklığı bir metafor olarak algılaması kolay değildir.


Bu nedenle, evrendeki yerini en azından kendi dünyasından oraya açılan yolları görüp okuyabilecek kadar kavramamış bir izleyici, çırılçıplak gösterilmiş bir bedenin aslında evrenin erişilmemiş sırlarıyla örtülmüş olabileceğini düşünemez ve ardında gizli çözülmemiş sonsuz ayrıntıyı göremez. Çıplaklığın yalnızca çıplaklık olmadığını, zamandaki ve uzaydaki konumuyla göndericisinin ve alıcısının durumlarına bağlı olarak sürekli değişen anlamlar taşıdığını algılayamaz. Evrende yalnız olan insanın çırılçıplaklığıyla cisimleşmesinin yaratacağı etkilerin ulaşabilmesi, izleyicinin bulunduğu zamanı ve mekanı aşarak farklı boyutlardan bakabilmesine bağlıdır. Gerçek bir sanat yapıtını yalnızca kısa bir mesaj olarak özetleyen alıcı, onun açabileceği yolları bulamamış, geçememiş, engelleri aşamamış, varılabilecek yerlere varamamış, kendi yerini bulacağı büyülü odaya ulaşamamış demektir.

Akşit Göktürk, bir çevirinin özgün yapıttan daha iyi anlaşıldığı için övülmesini doğru bulmuyor:

"Ara sıra, bir roman, şiir ya da oyun çevirisinin, özgününden bile daha iyi anlaşıldığı söylenerek, sözde övüldüğüne tanık oluruz. Oysa böyle bir değerlendirme, yazın çevirisinin sağlığı açısından bütünüyle çarpıktır."

"Kötü çevirmenin, bir yazın yapıtını çevirirken, anlam yönünde yapacağı olur olmaz açımlamalar, özgün dilde istediğini güç anlatan kötü yazara bir yardım olur belki, ama ne o yazarı kurtarır, ne de o çevirmeni yüceltir."

Göktürk, yeterlilik ve eşdeğerlilik arasındaki ayrım üzerinde duruyor. Nesnel bilgi içerikli metinleri değerlendirmek için kullanılabilen yeterlilik kavramının sanat metinlerinin çevirisinde sağlıklı bir ölçüt olamayacağını vurguluyor.

"Öte yandan, büyükler için yazılmış bir kocaman romanın, Kutsal Kitap'ın, İlyada'nın, Don Quijote'nin ya da bir Shakespeare oyununun çocuklara özetlenerek çevrilmesi de, eşdeğerliliğin değil, olsa olsa yeterliliğin söz konusu olduğu bir durumdur. Bunlarda da içeriğin yeterli bir biçimde aktarımı, sanatsal etkinin karmaşık eşdeğerli işlevlerle aktarımından daha ağır basar."

"James Joyce'un, Samuel Beckett'in, Günther Grass'ın, J.L. Borges'in yapıtları türünden metinlerin, bu amaçla bile bir özet çeviriye elverişli olamayacağı, hele içeriksel çevirilerinin hiç yapılamayacağı apaçıktır."

Bir dil ile kültürün belli bir evrede bir yapıtın ancak yeterli bir çevirisine elverişli olabileceğini, eşdeğerliliğin sağlanmasına yetmeyebileceğini belirterek Batı romanlarından Türkçe'ye yapılmış ilk çevirileri örnek gösteriyor:

"Türk yazınında roman türü anlatı geleneğinin bir karşılığı olmadığından, batı toplumlarının kültürü ile yaşamı da yeterince tanınmadığından, bu ilk çeviriler, çoğunlukla ikinci dilden yapılan özetleyici uyarlamalar olmaktan öteye geçememişlerdir. Sözgelişi, Ahmet Lütfi'nin 1864 yılında Arapça'dan çevirdiği Hikaye-i Robenson bu niteliktedir."

Akşit Göktürk, Karl Bühler'in 1934'te yayımlanan Dil Kuramı adlı yapıtında ruhbilim doğrultulu "Organon Modell" bölümlemesinde
geliştirdiği temel dilsel göstergenin üç ana işlevini aktarıyor:
1. Betimleme İşlevi
2. Anlatım İşlevi
3. Seslenme İşlevi


Üç temel dilsel işlevden yola çıkılarak geliştirilmiş metin anatürleri görüşünün bütün diller için geçerlilik taşıdığını, betimleyici, anlatımcı ve seslenici nitelikte her dilde sayısız örnek bulunabileceğini, çeviride gözetilecek temel ilke kaynak dil metnindeki işlevlerin çeviri metninde de sürmesi olduğu için metin ana türleri yaklaşımının sağlıklı bir çıkış noktası sağlayabileceğini belirtiyor.
Ancak her metnin iletişimsel yapısının tek işlevle açıklanamazlığı nedeniyle çevirmeni sayısız sorunun beklediğini ekleyerek Robert de Beugrande ile Wolfgang Dressler'in betimleyici metinler, anlatı metinleri, tartışma metinleri, yazın metinleri, şiirsel metinler, bilimsel metinler, öğretici metinler gibi türlerle getirdikleri ayrımdan ve toplumdaki metin geleneklerinin etkisinden, çevirmenin ayrıntıları hem kaynak hem çeviri dilinde kavraması için diller ardındaki kültürleri yeterince tanıması gerektiğinden söz ediyor.

İki dilli yazarların, çok dilli ülkelerin yazın çevirisine kültürel uçurumların aşılmasına katkıları bu nedenle büyük olabilir.

....

"Dil içindeki metin gelenekleri, kültürün akışına göre değişikliklere uğrayabilirler. Gerçekte, sessizce etkilerini yürüten bu gelenekler, yazılı olmayan kurallar gibidir."

İletişim açısından metin türü geleneklerinin tanınmasının anlamına değinen Göktürk, üç etkiden söz ediyor. "Bunlardan birincisi, hangi gelenekten bir metin karşısında olduğumuzu gösterecek belirtilerdir. İkincisi, belli bir beklenti durumunun uyandırılması, üçüncüsü de metni kavrayışımızın yönlendirilmesidir." Bunları açıklamak için mahkeme kararı, kısa hayvan öyküsü ve maç yazısı, yayınevi reklamı ve eleştirmen yazısı örneklerini veriyor.

"Böylece bu iki okuyuştan her birinde, metni başka bir dilsel işlevin, başka bir metin türü geleneğinin örneği olarak görürüz. Bütün bu ayrıntılar, metinlerin doğru anlaşılmasını sağladıkları gibi, çevirmence bilincine varıldıklarında sağlıklı bir çevirinin de temelini oluştururlar."

Metin türlerini bütün diller için geçerli genel metin türleri, birden fazla dilde bulunan metin türleri ve tek dile özgü metin türleri olarak üç grupta değerlendiriyor.

"Birinci öbekte, bir yazı kültürü olan her dilde bulunabilecek masal, destan, mektup, sözleşme, şiir; ikinci öbekte, sone, gazel, balad, 'limerick'; üçüncü öbekte de Japon 'no' oyunları ya da 'haiku' şiirleri, Türkçe'deki mani gibi metinler yer alır."

Gazel, rubai, sone, deneme gibi türleri değerlendirerek farklı yerlerdeki etkilerini inceliyor.

....

Akşit Göktürk, göstergebilim açısından bakıldığında bir yazın metninin kavranışında yazar ile okurun tepkisinin gündelik dil kullanımındaki genel kuralın tersine her zaman birbirini bütünler nitelikte olmadığını vurguluyor:

"Birçok durumda okur, bir yazın metnindeki örtük anlamları da kendi kavrayışınca açık kılma eğilimindedir. Bu örtük anlamların, bireysel okurlarca hangi yönde açık kılınacağı ise, yazarca öngörülmüş bir şey değildir."

Yazın metninin bu işlevsel özelliğini uzmanların değişik biçimlerde adlandırdıklarını belirterek Mukarovsky'nin "doğal devinim yitimi" (1964), Eco'nun "açıklık" (1968), Ingarden'in "çok sesli uyum" (1968), Iser'in "belirlenmemişlik" (1970), Schmidt'in "çoğul işlevlilik" (1971) ya da "çok-değerlilik" (1979) kavramlarından, yazın metninin anlamını okuyucunun yaratıcı edimiyle kazandığından söz ediyor:

"Gerçekte yazın okuru, metin içinde, yaratıcı bir düşgücünün katkısıyla yol alır anlama doğru. Metnin anlamını kendisi yaratır bir bakıma, hazır bulmaz."

"Çeviri araştırmasını yazın metni işte bu noktada zorlar, katı, kesin yöntemlerle ele alınmaya gelmez. Sözgelişi, hiçbir şiir, okurunu doğrudan doğruya metin dışı bir gerçekliğe göndermez. Dilsel gösterge olarak şiir ile metin dışı herhangi bir nesne ya da durum arasında karşılıklı, örtüşen bir ilişki yoktur. Kendi başına, bağımsız bir dilsel bütündür yazın metni."

"Yazın metinlerinde yalnız düzanlamlarından değil, büyük ölçüde yananlamlarından da yararlanılır. Üstelik bu yananlam ilişkileri, dilin yerleşik düzenlerinde var olan anlam alanlarındaki belli olasılık dizilerine dayanmak zorunda değildir."

"Özgün olmak, yeni olmak, varlığının temelidir sanat metninin. Çok yönlülüğünün, belirsizliğinin, çok anlamlılığının başlıca nedeni de budur."

Çeviribilim İçinde yazın çevirisinin yerini anlatırken değişik işlevli metin türlerinin toplumda belli uzlaşımlar, kalıplaşmış geleneklerle kurallar oluşturduklarını, sözcük, dilbilgisi, deyim, metin kuruluşu, metin yapısı, metin biçimi, noktalama gibi düzeylerde geleneksel kurallaşmalardan söz edilebileceğini, yazın metinlerininse böyle bir kurumlaşmadan uzak olduğunu söylüyor:

"Yazın metninde ise, roman, şiir, oyun, deneme gibi türler için son derece esnek biçim tanımları dışında, hiçbir dil düzeyinde (ses, sözcük, anlam, sözdizimi, bütün yapı) kalıplaşmadan söz etme olanağı yoktur. Her somut yazın metni yeni bir olgudur karşımızda."

"Çeviri, yaratarak yazmaktır - ama gelişigüzel anlamda, olanı yeniden yazmak ya da aktarmak değil, yazarlığın yazarlığıdır. Novalis belki de bu anlamda, ozanınozanı diye söz ediyordu çevirmenden."

Her özgün yazınsal yapıtın, bir dile, kültüre, tarihsel ortama, yazın geleneğine bağlı olarak bu özellikleri gösterdiğini, bir çeviri yapıtın da çeviri dilinin bütün bir dil-yazın dizgesi içinde aynı özellikleri sürdürmek zorunda olduğunu belirtiyor. Yazın çevirisinin çok yönlü ilişkileri nedeniyle bu tür çeviriye yön verecek ilkeler koymanın güçlüğünden söz ediyor.

Bir dilden ötekine doğrudan çevirinin bu dilleri konuşan toplumlar arasında bir kültürel yakınlığın bulunduğu durumlarda daha kolay gerçekleştiğini, Yunanca'dan Latince'ye, Arapça'dan Farsça'ya, Çince'den Japonca'ya, Hintçe'den Çince'ye ilk çevirilerin bu nitelikte olduğunu belirtiyor. Kültür birliğinin olmadığı durumlar için ikinci bir dilin aracılığının hoşgörülmesini, Abbasiler'in döneminde, dokuzuncu yüzyılda felsefe ve bilim alanındaki Yunanca kaynaklardan önemli bir bölümünün Arapça'yla Süryanice, devlet yönetimi ve saray töresi gibi konuların Farsça, matematik konularının Hintçe üzerinden çevrilmesiyle örneklendiriyor.

Çeviri ve yazın dünyasını irdeliyor:

"İki ayrı dildeki yazma uğraşıyla okuma uğraşının bütün karmaşık sorunlarını bir yumak gibi içerir çeviri süreci."

"Her yazın yapıtının sunduğu metinsel dünya, toplumca benimsenmiş gerçek deneyler dünyası örneği karşısında, yeni bir seçenek olarak yer alır."

....

Akşit Göktürk, çeviri eşdeğerliliğini kendi aralarında ilişkili olabilecek beş temel düzeyde ele alan Werner Koller'in bölümlemesini aktarıyor:

1. Düzanlamsal eşdeğerlilik.
2. Yananlamsal eşdeğerlilik.
3. Metin türü gelenekleriyle ilgili eşdeğerlilik.
4. Dil-kullanımsal eşdeğerlilik.
5. Biçimsel eşdeğerlilik.

Çeviri eşdeğerliliğiyle ilgili düşüncelerini yeterlilik kavramı üzerinde temellendiriyor. Düzanlamsal eşdeğerliliğin metnin nesnel konusuyla, metin dışı göndergesel anlamıyla ilgi olduğunu belirtiyor. Biçimsel eşdeğerlilik için yalnızca iletişimsel içeriğin değil, biçem özelliklerinin ve özgün anlatımın da çeviride benzer bir estetik etki sağlamak için aktarılması gerektiğini vurguluyor. Proust,
Joyce ve Virginia Woolf gibi yazarların romanlarında kullanılan bilinç akışı yöntemini çağdaş insan bilincinin ayrıksı, yalnız, kendine dönük öznelliğini anlatabilmenin bir yolu olarak nitelendiriyor.

Yazın yapıtı ve çeviri ilişkisini değerlendiriyor:

"Her yazın yapıtı, bireysel bir kafa ile düşgücünün, daha önceki örnekleri yinelemeyen, bir özgün yaratısı olmak zorundadır."

"Her çeviri, bir bakıma, belli bir oranda da olsa, çevirmenin parmak izlerini taşır. Ama bu izlerin en çok görüldüğü alan, yazın yapıtlarının çevirisidir."

"Yazın çevirmenini bekleyen bir güçlük, yazınsal bir metnin çevirisi sırasında, zaman zaman bu metnin örgüsünde yer alan yazındışı metin türleriyle de başetmek zorunda kalmasıdır."

"Yazın çevirmeni kendi kişisel konumu içinde, dünya görüşü ile alımlama yetileri apayrı yönde gelişmiş bir okur kitlesi için, başka bir kültür ortamının, yazın geleneğinin, yaşama biçiminin diline çevirir bir yapıtı."

T. S. Elliot'ın bir yazın geleneğine yeni katılan yapıtlarla ilgili sözlerini, dildeki yeni çeviri yapıtlar için de geçerliliğini koruduklarını belirterek aktarıyor:

"Yeni bir yapıtın yaratılmasıyla ortaya çıkan durum, aynı zamanda o yapıttan önce gelen bütün sanat yapıtlarını da etkiler."

....

"Hiçbir gerçek sanat yapıtı, anlamı ile güzelliğini çırılçıplak ortaya sermez."

Çıplaklığın çevirisi yapılabilir mi? İnsanın, üzerine yapışmış tüm fazlalık ve pisliklerini atıp, dünyanın neresinde olursa olsun, evrendeki yerini görüp anlayıp bileceği yepyeni bir bakış açısı herkese ulaşabilir mi?

"Yeni bir yapıtın yaratılmasıyla ortaya çıkan durum, aynı zamanda o yapıttan önce gelen bütün sanat yapıtlarını da etkiler."

Dillerin dilsizliği aşılabilir mi? Şimdiye dek yazılmış ve yapılmış tüm işler, sonunda evrenin uzak aynasında kendini çırılçıplak görebilen insanın gözünde yeni anlamlar kazanır mı? İnsanların birbirlerine, doğaya, evrene ve zamana olgunluk çağı gözleriyle bakması sağlanabilir mi? Çekilen acılar dinmese bile, hiç değilse azalabilir mi?

1. Mehmet Arat, Kitap Arkası, Çeviri: Dillerin Dili, http://kitapdili.blogspot.com.tr/2015/09/ceviri-dillerin-dili.html

Toz Bulutları


Bu yazıda bir yalnızlık senfonisinden söz etmek istiyorum. Ama amacım yalnızlığı değil, toz bulutlarının birliğini anlatmak.

Yazarların kendi çalışmalarından söz etmelerinin pek hoş karşılanmadığını biliyorum. Yine de, uzunca bir ön hazırlık döneminden sonra son metnini yazmaya başladığım sıralarda Yalnızlık Senfonisi'ne bir ayrıcalık tanımayı düşünmüştüm.

Cumhuriyetin onuncu yılında doğan Keriman Hanım'ın yaşadığı dönemden yaşam ve yalnızlık öyküleri anlatmayı amaçladığım Yalnızlık Senfonisi'ni yazarken, Taksim Gezi Parkı'nda ve her yerde yaşananlar kaçınılmaz biçimde aklıma ve öyküye girmişti. Yayıncılığın, dünyanın ve teknolojinin gelişmesine bağlı hızlı değişim sürecinde iletişim, yazma ve okuma biçimleri de yeni yollar buluyor. O dönemde güncellikle bağlantısı nedeniyle Toz Bulutları'nı paylaşmayı düşünmüş, ama yerini bulamadığım için sonuçlandırmamıştım.

Yaşananları dünyayla dolaysız bağ kurma ayrıcalığına sahip olanlar görüp biliyor. Ancak bir başkasının çevirisiyle algılayabilenlerse kendilerine verilenlerle yetinmek zorunda kalıyorlar.

Taksim Gezi Parkı'nda başlayarak tüm Türkiye'de yaşanan gelişmelerden (1, 2, 3, 4) sonra inanılmaz bir kutuplaşma gözlendi. Sanki görünmez eller, aşılmaz duvarlar örerek kendi kalelerini korumaya çalışıyorlardı.

Gelişen teknolojiler insanların daha kolay ve hızlı iletişim kurmasını, düşüncelerini iletebilmelerini, birleşebilmelerini ve gerektiğinde tepkilerini gösterebilmelerini sağlamıştı.

Normalde olması gereken, yöneticilerin bunu bir fırsat olarak görmesi, bilgiden ve farklı düşüncelerden yararlanarak geniş kesimlerin isteklerine en uygun çözümleri bulmaları değil midir?

Böyle olmadı. Gücü elinde tutanlar uzlaşmayı değil kendi çıkarlarını korumayı, ne pahasına olursa olsun yerlerini sağlamlaştırmayı seçtiler. Tepkiler ne kadar büyük olursa olsun, seçimleri kazanmış olmanın her istediklerini yapmalarına izin verdiğini, temel hak ve özgürlükleri yok sayabileceklerini söylediler. Karşı çıkanlara "Aldığın oy kadar konuş" dediler. Seçimlerin eşit ve sağlıklı koşullarda yapılmasının, seçmenlerin yaşanan gerçekleri bilmesinin ve değerlendirebilmesinin, kararlarını bilinçli verebilmesinin önünü açmak öncelikleri olmadı.

Bu koşullarda, başkalarını yok sayarak kendi isteklerini düşünüp çıkarlarını gözeten, sistemin sınırlı denetim mekanizmalarını bile olabildiğince etkisizleştirmeye çalışan anlayışa karşı bir oluşum ortaya çıktı. Yalnızca seçim güvenliğini sağlamayı, oyların özgürlüğünü ve sandıkları korumayı değil, ötesini, yönetici güçlerde pek sık rastlanmayan dürüst ve ilkeli yaklaşımları yaygınlaştırmayı amaçladı.

....

"Mart 2014’teki yerel seçim öncesi 'Oyuna sahip çık' diyerek yola çıktılar… Sandık başında gözetmenlik yapacak, bilgisayar sistemine girilen oy verilerini kontrol edecek yaklaşık 30 bin gönüllü topladılar. Bağımsız, sivil inisiyatif 'Oy ve Ötesi'nin 7 Haziran’daki genel seçimde hedefi 45 ilde, 12 bin okulda kurulacak 106 bin sandığın başında olmak. Bu da yaklaşık 120 bin gönüllü demek… Ancak seçime bir aydan az bir zaman kala, gönüllü sayısı 13 bin civarında." (5)

Aylin Yazan yaptığı haberde Oy ve Ötesi’nin sekiz kurucusu arasında yer alan Sercan Çelebi'nin sözlerini aktarıyor:

"HDP’nin baraja çok yakın olması, AKP’nin anayasaya değişikliğine ulaşacak güce erişip erişmemesi gibi çok temel şeyler bu seçim sonuçlarıyla ve sandık başında belli olabilir. Günün sonunda sandık başında etkilenebilecek oy miktarı yüzde 5’ler 10’lar filan değil. Bunu biz gördük; sandık başında seçim kazanılmıyor. Hastayı iyileştiriyor ama ölüyü diriltmiyor. Öyle bir dünya var."

Oy ve Ötesi'nin gönüllülerinin tek bir grup altında toplanmasının güç olduğunu, derneğin "Kim olursan ol gel" dediğini, ancak iktidarı destekleyen gönüllülerin AKP'den gözetmen olmayı tercih ettiklerini belirtiyor.

Aylin Yazan, 7 Haziran seçimlerinde ilk kez gönüllü müşahitlik yapacak olan Özgün Levent'in sözlerini de aktarıyor:

"Önceki seçimlerde sandıklarda yapılan yolsuzlukları evden elimiz kolumuz bağlı izliyorduk. Bu çaresizlik haline geldi. Eşim ve ben, oy verdikten sonra değişen seçim sonuçları, trafolara giren kediler gibi sosyal medyadan takip ettiğimiz durumları, yani neler döndüğünü kendi gözümüzle görmek, hem de müdahale edebilmek istedik. Çocuklarım da ileride 'Sen ne yaptın' dediğinde verebilecek bir cevabım olsun."

İşin sandık başında bitmediği, sandıktan çıkan sonuçların aktarıldığı SEÇSİS’teki (Bilgisayar Destekli Merkezi Seçmen Kütüğü Sistemi) verilerin kontrolünün de yapıldığı söyleniyor. Sandıklardan çıkan oylar sayıldıktan sonra tutanaklar ilçe seçim kuruluna gidiyor ve SEÇSİS sistemine giriliyor. Ancak sayıların girilmesi ile sonuçların açıklanması arasındaki süreç görülemiyor. Oy ve Ötesi, bu süreci geliştirdiği T3 adında özel bir yazılımla denetliyormuş. Her tutanaktaki sayılar, birbirinden habersiz üç kişi tarafından sisteme işleniyor, daha sonra bu sonuçlar SEÇSİS’tekilerle karşılaştırılıyormuş.

Oy ve Ötesi, 24 Nisan 2014'te dernekleşerek çalışmalarını tüzel bir kişilik altında sürdürmeye başlamış. (6) Oy ve Ötesi'nin 7 Haziran 2015 seçimlerinde görev aldığı iller ve partilerin net oy değişimi haritası görülebiliyor. (7) Basın bülteninde seçmen oylarının üçte birine doğrudan temas ederek hatadan caydıran bir gönüllü ağı kurulmuş olduğu, 7 Haziran'da bölge sorumluları, ilçe sorumluları, bina sorumluları, avukatlar ve sandık sorumlularından oluşan Oy ve Ötesi gönüllülerinin Türkiye’nin birçok noktasında kanunsuz işlemleri ve hataları tutanaklarla kayıt altına alarak usulsüzlüklere karşı caydırıcı bir rol oynadıkları, resmi sonuçlar karşılaştırmasında genel toplama etkisi olacak bir sapma tespit edilmediği belirtiliyor. (8)

....

"Seçimler yaklaşırken seçim hilelerinden ve seçimde muhtemel yolsuzluklardan bahsedilmeye başlandı. Varlıkları ve kuruluşları şaibeli parti ve siyasetçilerden namuslu icraatlar beklemiyoruz tabii. Burjuva sınıfı, eğitim kurumundan adalet kurumuna kadar her dokuyu kirleterek varlığını sürdürüp, ayakta kalabiliyor. Adam kayırma, torpilcilik, menfaatçilik, normal kabullerimiz arasına girmedi mi?" diye soran Hüseyin Kaplan, "Demirel’in hukuku hiçe sayan tutumları, Özal ahlâkı, Çiller zekâsı, AKP’ye sağlam bir zemin hazırlayarak bugünlere gelmemizi sağladı" demiş.

Yazısını Chamfort'un Soğuk Kül'ünden bir alıntıyla bitirmiş:

Dünya dediğimiz toplum, bir sürü karşıt küçük çıkarların çatışmasından başka bir şey değil; kendine güvenen, savaşan, biri öteki tarafından sırayla aşağılanmış, yaralanmış ve ertesi gün bir bozgunun tiksintisinde, uykusuzluğun zaferinde cezasını çekmiş bütün gururların sonsuz bir kavgasından başka bir şey değil. Ertesinde hemen ezilmiş olma pahasına bir an dikkatleri üzerimize çektiğimiz bu yerde yalnız yaşamak, bu sefil kavgada hiç yaralanmış olmamak, hiç yaşamamak, varoluşu olmamak demektir. Zavallı insanlık!” (9)

....

Miting alanlarının uzaktan çekilmiş fotoğraflarında küçücük noktalara dönüşerek toz bulutlarının birer üyesi olan insanların her biri birey olabiliyor mu?

Gidecekleri alanı nasıl seçiyorlar, hangi kaygılarla karar veriyor, hangi nedenlerle oraya gidiyorlar, kime karşı olacaklarına, kimi destekleyeceklerine nasıl karar veriyorlar? Yaşadıkları yakın ve uzak bölgeleri, oynanan oyunların baş ve yardımcı oyuncularını, figüranlarını yeterince tanıyorlar mı? Yalnızca kendi doğrularına inandıkları, yakın bulduklarını destekledikleri için bile başlarına büyük kötülükler getirilebileceğini biliyorlar mı?

Yapılan resmi açıklamalarda söylenenler ne olursa olsun, sessiz bir direnişle yaşamlarını korumaya çalışan bireylerin haklılığı tüm belgeleriyle tarihe geçti, geçiyor. Can güvenliğini sağlamakla yükümlü olan yöneticilerin sorumsuz davranışlarının yarattığı tehlikeleri, toplumun değişik kesimlerine yayılmış bireyler kendi sağduyularıyla önlemeye çalışıyorlar. (10)

Seçim öncesinde ancak önemli bedeller ödenerek atlatılan tehlikeler henüz geride kalmış gibi görünmüyor. Yaşamı ve geleceği savunmayı sürdürmek gerekiyor.

Toz bulutlarının en önemli özelliği, bütünün içinde eşit ve dengeli oldukları halde özgünlüklerini koruyabilmeleri, her birinin özgürce gelişebilmesi midir? Doğanın güçlü ve ayrılmaz bir parçası olarak insan olmanın en güzel yollarını bulabilmesi midir?

....

Toz bulutlarının birliği. Bir Neruda şiiriyle anlatılabilir mi, yaşanabilir mı?

Halkım ben, parmakla sayılmayan”

Largo. Ölü toprağı serpilmişti ülkenin ve kentin üzerine. Çok ağır, hüzünlü bir başlangıç yapıyordu kemanlar. Yalnız kadınlar güven duyacakları, inanacakları, sevecekleri birilerinin yanlarına gelmesini istiyorlardı. Uzun süre kimse görünmüyordu. Üstelik kalın üflemeli ve vurmalı çalgılar arada sert çıkışlarla korku salıyorlardı. Birden viyolalar güven veren duyarlı sesleriyle hüzne umut ekliyorlardı. Bölüm sıcak bir bekleyişle bitiyordu. Hülya bulutlardan ve sulardan kaçan insanları görüyor, annesini göremiyordu.

Ve halk, toprağa gömülü
Tohuma durur bir yerde”

Moderato. Yavaşça kıpırdadı ölüler. Henüz yaşıyoruz diye fısıldadılar. Yalnızlar viyolalarla aralarına katılan ince ışıkların peşinden gidiyor, ritm hafifçe hızlanıyordu. Kemanlar bu yeni dostlarla konuşuyor, bulutları nasıl dağıtacaklarını soruyorlardı. Obua yalnızlığın hüznünü tüm orkestraya anlatıyordu. Viyolonseller gözlerindeki ince yaşları silip duyarlı tonlarıyla yürüyüşe katılıyorlardı. Kontrbaslar onların peşine takılıyor, vurmalılar hızı ayarlamak için tempoyu her katılımdan sonra daha güçlü bir sesle veriyorlardı. Hülya “Nasıl böyle öfkeyle saldırabiliyor bu insanlar?” diye düşünüyordu.

Buğday nasıl filizini sürer de
Çıkarsa toprağın üstüne”

Vivace. Artık sokaklarda yürüyorlardı. "Bizi unutmayın, buradayız, aranızdayız" diyorlardı. Orkestra yola çıkmıştı artık. İlk kez şef olmadan çalıyorlardı. Coşkuya katılan şef piyanonun başına geçmiş, tüm çalgılarla tek tek konuşan ezgileriyle, gözleriyle, yüzündeki anlamla, başının hareketleriyle, arada ağzından dökülen duyulmaz sözlerle duygularını paylaşıyordu. Hülya Keriman Hanım’ı yine göremiyor, bu kargaşanın içerisinden kurtulabileceğinden umudunu kesmeye başlıyordu.

Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerde.”

Allegro. Canlılıkları yeni umutlar getirmişti. Sokaklarda coşkuyla kaçıyor, yaşamı boğmaya çalışanlara inat özgürlük dansları yapıyorlardı. "Sesimizi kısamazsınız, yaşamak için buradayız, notalara can vermek için buradayız" diyen orkestra büyük finali hazırlıyordu. Hep birlikte çaldıkları güçlü ezgilerde yeni ve daha güzel senfonilerin saklı olduğunu hissediyorlardı.

....

Toz bulutlarına çağrı. Bulutlara saldıran devin kısacık öyküsüyle yapılabilir mi?

Ne zaman canavar olmaya başladığını bilmiyordu. Herkes gibi sıradan bir boyla başlamıştı yaşamaya. İçinde mi büyük bir açlık vardı, yaşamın labirentli yollarından geçerken karşısına çıkanlar mı ona inanılmaz bir yeme dürtüsü kazandırmıştı? Müthiş bir hızla büyümüştü, büyüyordu. Sonunda kimsenin yanına yaklaşamadığı, herkese korku salıp ürküten gövdesiyle yapayalnız kaldı. Karşısında titrensin, söyledikleri hemen yapılsın, ne isterse anında ona sunulsun istiyordu. Başı göklere yakınlaştıkça, sesini çıkaranı daha çabuk ezmeye başladı.

Bir gün, yüzünün hemen yanında, küçük bir bulut gördü. Küçücüktü, rüzgarda usulca uçuyor, değişik biçimlere giriyordu. Öfkelendi. Nasıl yaklaşabilirdi bu küstah bulut onun erişilmez gücünün bu kadar yakınına. Kocaman yumruğunu bulutun üstüne indirdi. Bulut rüzgar olup dağıldı. Bulutlara saldıran dev, sevinç ve gururla geri döndüğünde bir başka bulutla karşılaştı. Kızdı. Tam ondan kurtulmuşken yine nereden gelmişti bu iğrenç beyazlık? Çılgınca bir düşmanlıkla saldırmaya başladı. Gücü tükenecekken bulutun yine usulca dağıldığını görüp rahatladı. Dinlenmek için çekileceği sırada başka beyazlıklarla karşılaştı. Köpürdü. Bulutlar çevresinde dönerken erişilmez düşmanlarıyla savaşarak yumruklarını ve tekmelerini savuruyordu. Kulağına buhar damlacıklarının her birinden gelen farklı sesler çalındı. Ne kalan yüreği, ne aklı onların zengin ezgilerinin güzelliğini duyup anlayamıyordu. İyice çileden çıktı. Yorgunluktan yere çökene dek umutsuz dövüşünü sürdürdü.


1. Mehmet Arat, Bir Taksim Polisiyesi, http://www.sanatlog.com/sanat/bir-taksim-polisiyesi/

2. Mehmet Arat, Kadinlar Nerde, http://www.sanatlog.com/sanat/kadinlar-nerde/

3. Mehmet Arat, Türkiye CNN’de, http://blog.radikal.com.tr/kultur-ve-sanat/turkiye-cnnde-24247

4. Mehmet Arat, Gezi yılının son günü, http://blog.milliyet.com.tr/gezi-yilinin-son-gunu/Blog/?BlogNo=442827

5. Aylin Yazan, Oy ve Ötesi: Bu kez sandık başı daha da kritik, http://www.bbc.com/turkce/haberler/2015/05/150512_oy_ve_otesi

6. Oy ve Ötesi, http://oyveotesi.org/hakkinda/biz-kimiz/

7. Partilerin net oy değişimi haritası, http://oyveotesi.org/wp-content/uploads/2015/06/il-bazinda-T3-resmi-sonuc-fark-analizi.pdf

8. Oy ve Ötesi Basın Bülteni, http://oyveotesi.org/wp-content/uploads/2015/06/OYveOTESI_SEC%C4%B0M2015_DEGERLEND%C4%B0RMELER_10062015.pdf, 10.06.2015

9. HDP mitingindeki patlama dünya basınında, http://www.radikal.com.tr/dunya/hdp_mitingindeki_patlama_dunya_basininda-1374035, 06.06.2015

10. Hüseyin Kaplan, İflah Olmaz Riyakârlığımız, http://www.sanatlog.com/manset/iflah-olmaz-riyakarligimiz/

19 Mayıs 2019 Pazar

Karşılaştırmalı Yaşam Taslakları, Yarışmak ve Kazanmak


Günümüz dünyasını bir çırpıda anlatmak istesek hangi sözcüğü seçmeliyiz?

En yaygın kullanılan olmasa ve tüm olup bitenleri açıklamasa da, en azından çok önemli bir ipucu veren, herkesin bildiği tek bir sözcük bulabilir miyiz?

Tüm karmaşıklığı, bilinçli veya amaçsız eklenen sayısız kavramı eleyebilirsek sanırım tek bir sözcük kalacaktır.

Rekabet.

....

Günümüzde insanlar kendilerini en çok yazarak mı anlatmaya çalışıyorlar?

"Hayvanlar koklaşa koklaşa, insanlar konuşa konuşa" sözünde insanlar için artık "yazışa yazışa" mı demek gerekiyor?

Doğadan biraz daha mı uzaklaştık? Çevremizi, kendimizi ve birbirimizi anlamamız için kendi bilincimiz, gördüklerimizi duyduklarımız yetmiyor mu artık? Çiçeklerin kokusu, dalındaki meyvenin tadı anlamını yitirdi mi? Dokunmaktan ve dokunulmaktan korkar mı olduk?

Bu çaresizlik içinde mi kendi çevremize sözcüklerle duvarlar örüyor, milyarlarca harfin içinde boğulmadan suyun yüzüne çıkmaya, ayakta kalmaya çalışıyoruz?

Çoğaldıkça anlamını yitiren yazı dünyasında anlamlı bir iz bırakabilirsek yaşamış mı olacağız?

Peki doya doya, tadını çıkara çıkara, sevdiklerimizle paylaşarak geçirdiğimiz yıllar, sözcükler ve görüntülerle ölümsüzleştirilmediyse yaşanmamış mı olacak?

Daha çok, daha anlamlı, daha yoğun, daha dolu dolu yaşadığımızı kanıtlamak için mi yazıyor, fotoğraflar çekiyor, paylaşıyoruz?

Bu da yeni bir tür rekabet oyunu mu?

Yoksa umutsuzluğumuzu unutmanın, bulamadığımız ve göreceğimizi de sanmadığımız güzellikleri aramanın bir yolu mu?

Ya da okuma yazma bilen ve İnternet'e erişen herkes artık bir yazar taslağı mı?

Yaşadıklarının ve eğitiminin izleriyle çizilmiş bir eskiz, sözcükleri işleyip dünyaya dağıtan bir aracı mı?

Bir insan ne zaman taslak olmaktan çıkıp kalıcı bir yazara dönüşür?

Yaşadıkları, okudukları ve bunlarla beslenen kendi dünyası kimsenin yaşamadığı ve erişemeyeceği bir boyuta ulaşıp bunu ölümsüzleştirmenin güçlü yollarını bulduğu zaman mı?

Yazdıkları yakın ve uzak çevresinde onaylandığı zaman mı?

Onaylayanların sayısı nitelik veya nicelik olarak belirli bir sınır değerin üzerine çıktığında mı?

Yazı dünyasının en saygın isimlerinden oluşan adı konmamış gizli bir jürinin dikkatini çekerek olumlu yanlarıyla tanındığı zaman mı?

Bir yazar yaşamının ve yazdıklarının taslağı olmaktan çıkabilir mi?

....

DergiSANAT için yazdığım son yazı Van Gogh sergisinden esinlenmişti:

Bir resmin içine girebilmek romanlara katılabilmekten zordur. Sözcüklerin sıralanmış olması başını ve sonunu ilk anda görmemizi, onları sırayla izlememizi sağlar. Oysa yeterince eğitimli olmayan göz resmi bir bütün olarak algılar ve hemen sıkılıp sonrakine geçer.” (1)

CerModern, sergiyi şöyle tanıtmıştı:

"Van Gogh Alive, bu üretken sanatçının 1880-1890 yılları arasındaki çalışmalarını ve hayat deneyimlerini keşfetme; bugün dünya çapında tanınan başyapıtlarının birçoğuna imza attığı yerler olan Arles, Saint Rémy ve Auvers-sur-Oise’da geçirdiği dönem zarfındaki düşüncelerini, duygularını ve ruh halini yorumlama fırsatı sunuyor."

Güçlü bir klasik müzikle senkronize olarak değişen, dev boyutlardaki 3.000’den fazla Van Gogh görüntüsü; ekranları, duvarları, kolonları, tavanı ve hatta yeri de dolduran heyecan verici bir gösteri yaratarak, ziyaretçilerini ünlü ressamın eşsiz tarzını oluşturan coşkulu renkler ve canlı detaylarla büyülüyor.

Dinamik, bilgilendirici ve görsel olarak görkemli olmaya programlanmış olan SENSORY4 içeriği; 40 yüksek çözünürlüklü projektörden aynı anda akıp zengin surround ses sistemiyle karışarak, ziyaretçiye nefes kesici ve etrafını saran bir gösteri ziyafeti sunuyor.

Van Gogh Alive’da ‘Çalışan Adam’, ‘Yeşilimsi Bir Başlık Giymiş Yaşlı Köylü Kadını’, ‘Çiçek Açmış Erik Ağacı’, ‘Gri Şapkalı Otoportre’, ‘Vazoda 12 Ayçiçeği’, ‘Vincent’ın Yatak Odası’, ‘Teras Kafe’, ‘Sandalye ve Pipo’, ‘Ren Nehrinde Yıldızlı Bir Gece’, ‘Süsen Çiçekleri’, ‘Buğday Tarlası ve Kargalar’, ‘Kırmızı Üzüm Bağı’, ‘Sargılı Kulaklı Otoportre’ gibi bir döneme damgasını vurmuş eserler yer alıyor.

Sergi, ziyaretçilere dahi ressamın fırtınalı hayatını kronolojik olarak göstermek için güçlü bir klasik müzik kullanıyor. Harekete geçiren bu müzik, Van Gogh’un hikâyesinin duygusal yönlerini yansıtarak, sanatçının muhteşem kariyeri boyunca yansıttığı sanatını ve ruh halini daha zengin bir deneyimle ziyaretçiye sunma olanağı sağlıyor." (2)

Van Gogh'u yaşadığı dönemde kaç kişinin tanıdığını, kardeşi Theo'nun desteğiyle zorlukla geçindiği dönemlerde onu geleceğin büyük ressamı olarak kimlerin görebildiğini bilmiyorum. Ama çektiği tüm sıkıntılar bir yana, olması gereken yere ulaştığını gördüğü söylenemez. (3)

Van Gogh bir ressam taslağı olarak öldü, resimleri o öldükten sonra izleyicilerine ulaşarak kopmaz bağlar kurdu, gerçek bir resim ustası olarak tarihe geçti. O taslakken büyük usta olarak tanınıp bol kazanan diğerlerinin durumunu bilmiyorum. Ama zor yıllarını paylaştığı, birlikte sorunlar yaşadığı arkadaşı Paul Gaugin'in çalışmalarına gösterilen ilgi de ölümünden sonra olmuş. (4)

Seçme şansı olsa Van Gogh ne isterdi?

Değersiz yapıtlarının büyük ilgi görüp ona çok kazandırmasını, rahat ve mutlu bir yaşam sürmeyi mi?

Büyük güçlüklerle yaşayıp fırtınalarını çıldırma pahasına tuvallere yansıtmayı, çektiği acılarla yıpranan bedeniyle gerçek izleyicilerini hiç tanıyamadan, resim tarihinde erişilmez bir yeri olacağını bilse bile göremeden, bu acımasız dünyadan ayrılmayı mı?

....

Vincent van Gogh ve Paul Gauguin resme ve dünyaya rekabetçi bir gözle baksalar ne kazanırlardı, insanlık ne kaybederdi, bilmiyorum.

Günümüzdeyse, rekabetçi olmayan bir yaklaşımla benzerleri arasından sıyrılmanın, izleyiciye ya da okuyucuya ulaşmanın, kalıcı bir iz bırakmanın çok daha zor olduğu söylenebilir.

Bir taşı saklamanın ve kaybetmenin en kolay yolu onu diğerlerinin arasına fırlatmaktır.

Bir elması saklamanın en kolay yolu da bu olabilir. Parıltısı görülmeden üzerine gelen diğer taşlar ışığını kestiğinde onu bulmak için madencilik yapmaktan başka yol kalmayabilir. (5)

....

Rekabete dayalı dünyada karşılaştırmalı yaşamlar sürdüğümüz söylenebilir.

Bebeklerin beşikleri, çocukların evleri ve okulları aynı değil. Gözlerini açtıkları andan başlayarak kendilerini başkalarıyla karşılaştırmaya başlıyorlar.

Sonra kendilerini bir yarışın içinde buluyorlar. İyi bir geleceğe giden yolların sonunu getirebilmeleri için arkadaşlarının çoğunu geride bırakmaları gerekiyor.

Sanata yönelenlerin durumu da farklı değil. Yalnızca sevdiği ve sesini duyurmak istediği için uğraşanların bile olabilecekleri yere ulaşmaları kolay görünmüyor. Rekabet etmeleri, sıyrılmaları, dikkat çekmeleri gerekiyor.

Rekabet, her alanda etkisini gösteriyor. Bir dergide yer almak, bir kitap yayımlamak, bir sergi açmak, bir ödül kazanmak, basında yer bulmak, izleyiciye ve okuyucuya ulaşmak yaratma süreçlerinin çok ötesine geçen zorlu uğraşlar gerektiriyor.

Yarışmalar, şanslı olanlar için, bu süreçleri biraz daha kolay geçmenin yolu olabiliyor.

Peki bu durumun sağlıklı olduğu söylenebilir mi?

....

Her alanda olduğu gibi sanat ve edebiyatta da değerlendirmek, seçmek ve yarışmak gerekebilir.

Doğada evrim, doğal ve yapay seçme, yaşamın ve türlerin gelişme yönünü belirliyor. Büyük bir çeşitlilik, en güçlü ve en güzel biçimlerin gelişmesini ve kalıcı olmasını sağlıyor.

Toplumda da ekonomik ve politik güç kümeleri, doğadakine benzer, fakat insanın öznelliği ve karmaşıklığıyla çeşitlenen mekanizmalarla gelişimlerini sürdürüyorlar.

Sanat ve edebiyatta yapılmış, yapılmakta olan ve yapılacak seçmelerin yeri ve anlamı nedir?

Nitelikli ve sonradan çok ünlenmiş bazı yapıtların ilk yayımlanışlarında büyük zorluklarla karşılaştığı biliniyor.

Niteliğin bağımsız bir değeri var mıdır? Yoksa bu değer ancak, rekabet dünyasının kontrol noktalarını geçebildiği zaman mı ortaya çıkıp kalıcılaşır?

Değerlendirmek, seçmek, yarışmak çok yakın kavramlar mıdır, aralarında uçurumlar mı vardır?

Bin resmi değerlendirdiğimizde bunların hepsini yeterli bulabilir miyiz? Sergilemek için hepsini birden seçmemiz anlamlı olur mu? Onları yarıştırsak verilecek kararları nesnel ölçütlere dayandırabilir miyiz? Dayandırabilirsek bunlar özgür gelişmenin önünde bir engel olur mu? Sanatın ve edebiyatın herhangi bir alanı, heykel, karikatür, sinema, şiir, öykü, roman, bilinen ya da henüz bilinmeyen herhangi bir tür için durum farklı mıdır? On bin yapıtla, yüz bin yapıtla karşılaşınca ne olur? Yayınevi editörleri, küratörler, yarışma jürileri kolay bir iş mi yapıyorlardır, çözümsüz bir sorunun yükünün altında eziliyorlar mıdır?

Milyarlarca sayfa yazmak aslında hiç yazmamak mıdır?

....

Doğan Hızlan adını ilk ne zaman duyduğumu bilmiyorum. Ama sanatla uğraşan çoğu kişi gibi, bu konulara ilgi duyduğum ilk dönemlerden beri yazılarıyla karşılaşıyorum.

Zafer Yalçınpınar'ı günümüzün yeni iletişim olanaklarıyla tanıdım. Kitaplara ilgisi ve yarışmalara karşı oluşu dikkat çekiciydi.

Sağlıklı bir dünyada, bütün halkların barış içinde ve kardeşçe yaşaması gibi, bütün yapıtların da eşit koşullarda paylaşılacağı dost bir şenlikte buluşmasının çok anlamlı olabileceğini düşünüyorum.

Sıralama ve yarışma varsa reklam da kaçınılmaz bir gereklilik olabilir.

Bu arada, reklamda yeni bir dönem başlamış.

Artık rakibin adı verilerek karşılaştırmalı reklam yapılabiliyormuş. Karşılaştırılacak malların aynı nitelikte olması, fiyat gibi doğrulanabilir özelliklerin karşılaştırılması gerekiyormuş. Rakibiyle kendisini karşılaştıran firmanın, rakibinden iyi olduğunu bilimsel olarak ispatlaması. rakibi kötüleyip itibarsızlaştırmaması isteniyormuş. ABD'de, 1979’dan bu yana ‘karşılaştırmalı reklamcılık’yapılabiliyor, reklamlarda rakibin adının geçmesine izin veriliyormuş. 1980’lerde Pepsi, tadım testi reklamlarında doğrudan Coca-Cola şişelerine yer vermiş. Microsoft, bu yıl kendi markasını taşıyan akıllı telefonlarda kullandığı ses tanıma yazılımı Cortana’nın reklamını Apple’ın iPhone’larda kullandığı Siri’yle karşılaştırarak yapmış. Türkiye'de de yeni düzenlemeyle firmalar artık ürün reklamlarında rakip firmanın ürününün ismini ve fotoğrafını gösterebilecekmiş. (6, 7)

Peki yaşamların kalitesi karşılaştırılabilir mi?

Yalova'nın "Karşılaştırmalı Yaşam Kalitesi Göstergeleri" bu konuda bir fikir veriyor. Yalova, Türkiye, Dünya, Norveç ve Etiyopya değerleri yansıtılmış. Nüfus, gelir, işgücü, doğum, ölüm, sağlık, okuryazarlık, okullaşma, işsizlik, istihdam, katma değer, ihracat, ithalat, bütçe, elektrik tüketimi ve özel otomobil sayısı bilgileri verilmiş. Değerleri karşılaştırınca Etiyopya'yı düşünüp sevinmeli mi, Norveç'e bakıp üzülmeli miyiz? Yoksa yalnızca dünyanın haline ağlamalı mıyız? (8)

Sevda Akar da, refahın ölçülmesinde alternatif bir yaklaşım olarak sunulan Daha İyi Yaşam Endeksi’ni Türkiye açısından değerlendirmeyi amaçlamış. OECD tarafından uygulamaya konulan bu endeks konut, gelir, iş, iletişim ve toplum, eğitim, çevre, sivil katılım ve yönetim, sağlık, yaşam memnuniyeti, güvenlik ve iş yaşam dengesi kriterlerine göre oluşturulmaktaymış. Çalışma sonuçları Türkiye’nin OECD ülkeleri arasında Daha İyi Yaşam Endeks değeri en düşük ülke olduğunu gösteriyormuş. (9)

Yeditepe Üniversitesi'ndeki "Karşılaştırmalı Edebiyat" programıysa şöyle tanıtılıyor:

"Bir ülke edebiyatı başka edebiyatlarla ve başka sanat dallarıyla ilişkisi içinde ele alınırsa, daha iyi değerlendirilmiş olur. Hedefimiz, bu program aracılığıyla hem Türk Edebiyatını daha iyi tanımak, hem de Türk Edebiyatı ile dünya edebiyatları ve kültürü arasındaki bağıntıları incelemektir. Programın bir amacı, dünyaya açılabilecek ve Türk Edebiyatını dünyaya açabilecek geniş perspektif sahibi araştırmacılar yetiştirmek, bir başka amacı da, edebiyat öğretmenlerine çağdaş bakış açıları kazandırmaktır. Bir diğer amaç da, sinema-televizyon, gazetecilik, sanat tarihi ... gibi alanlardan gelebilecek öğrencilere, meslekleri açısından çok gerekli olan edebiyat bilgilerini vermek ve edebiyatla meslekleri arasındaki kültürel bağları kurabilmelerine yardımcı olmak, bu öğrencilerin kazanacakları daha geniş perspektifler sayesinde mesleklerinde daha başarılı ve titiz olmalarını sağlamaktır. Kısacası 'Karşılaştırmalı Edebiyat' programı, gerek edebiyat gerek başka alanlarda lisans yapmış öğrencilerin dünya kültürü ile olan bağlarını pekiştirmeyi, bu öğrencilerin ilerde, Türkiye ile başka ülkeler arasında her düzeyde kurulacak kültürel işbirliği platformlarında çalışabilecek şekilde yetiştirilmesini öngörmektedir." (10)

Paris ve Marsilya’nın Karşılaştırmalı Yaşam Tarzları İllüstrasyonu'nda Fransız grafik ve illüstrasyon tasarımcısı Vahram Muratyan kendi hazırlamış olduğu Paris ve New York projesinde iki şehir arasındaki kültürel ve yaşam farklılıklarını kıyasladığı illüstrasyondan sonra hazırladığı çalışmada Paris ve Marsilya arasındaki farklılıkları yansıtmış. (11)

Sevilay Atlama ve Ceyda Özsoy, "Eğitimde Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği: Türkiye’nin Karşılaştırmalı Analizi" çalışmalarında ekonomik ve sosyal kalkınmadaki yerini vurgulayarak eğitimin eşit dağılımının önemine dikkat çekmişler:

"Günümüzde kız çocukları ve kadınlar, eğitim fırsatlarından erkeklere oranla daha az yararlanmakta, toplumsal cinsiyete dayalı eşitsizlikler devam etmektedir. Kadınların ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal yaşamdaki konumlarını güçlendirmek, hak, fırsat ve imkanlardan eşit biçimde yararlanmalarını sağlamakla mümkün olacaktır. Kadınların eğitime olan erişimlerinin iyileştirilmesi, sadece kadınların kişisel gelişimine ve refahına katkı sağlamakla kalmayıp, ülkenin ekonomik potansiyelini de artıracaktır. Kız çocukların ve kadınların eğitim ve öğrenimlerine yatırım yapmanın olağanüstü yüksek sosyal ve ekonomik kazancı yanı sıra, sürdürülebilir kalkınmayı ve ekonomik büyümeyi başarmanın en iyi araçlarından biri olduğu da kanıtlanmıştır. Bu çalışmada, eğitimde toplumsal cinsiyet eşitsizliği sorunu Türkiye’de kız çocukları ve kadınların durumu vurgulanarak tartışılmaktadır."

Kadınların eğitim düzeyi yükseldikçe evlenme yaşının giderek artmaya başladığını, doğurganlık oranının azaldığını, buna paralel olarak aile başına daha az çocuk düştüğünü, bebek ve çocuk ölüm oranlarının azaldığını, yaşam süresi beklentisinin arttığını, daha sağlıklı, daha iyi beslenmiş ve eğitilmiş çocukların yetiştirilmesinin sağlandığını belirtmişler. (12)

....


Doğan Hızlan'ın özgeçmişi şöyle verilmiş:

"Pertevniyal Lisesi'ni bitirdi. Hukuk öğrenimine başladı. İlk yazısı 1954 yılında yayımlanan Doğan Hızlan, çeşitli edebiyat dergilerini ve aralarında Cumhuriyet'in de olduğu gazetelerin sanat sayfalarını yönetti. Bunun yanı sıra birçok gazete ve dergide eleştiriler yayımladı. 1980 yılında Bayram Gömleği adlı bir çocuk hikâyeleri güldestesi hazırladı. Ercümend Behzad Lav’ın Bütün Eserleri’ni yayıma hazırladı. Son olarak İhsan Yılmaz ile birlikte Celâl Sılay’ın Toplu Şiirleri’ni Hüsran Filizleri adıyla yayımladı. En yeni kitabı, Hürriyet Pazar'da yayımlanan kitap yazılarından oluşan Aynadaki Bakışlar'dır. 2012 yılının Şubat ayında Antalya Atatürk Kültür Parkı içinde, adına bir kütüphane açılmış olup bu kütüphaneye yirmi bin kitap bağışlamıştır. Halen Hürriyet Gazetesi’nde yazıyor. Türk Edebiyatı'nın gelişmesine katkılarını sürdürüyor." (13)

Banu Uzpeder, "Edebiyat... Müzik ve Annem: Doğan Hızlan’ın hayatı bu üç kelimede saklı..." söyleşisine söyle başlamış:

"Evde halaları, teyzeleri ve babasının yaptığı müziklerle büyüyen, teyzeleriyle beraber uzun zaman ud çalmış, hâlâ iyi nota okuyabilen bir edebiyat adamı Doğan Hızlan. Hayatını edebiyata, müziğe adamış… ama gerçekten adamış bir yazar… Sade, sakin bir yaşamı var Hızlan'ın… Ama içinde kopan fırtınaları kendisinden daha iyi kim bilebilir?"

Sonra ailesini, arkadaş çevresini, sosyal hayatını sormuş. Doğan Hızlan, Cemal Süreya, Mehmet Seyda, Konur ve Kıvanç Ertop, Adnan Özyalçıner, Onat Kutlar, Ergin Ertem, Hilmi Yavuz, Ülkü Tamer, Demir Özlü adlarını saymış, müzikle ve edebiyatla ilgilenen herkesin onun arkadaşı, çevresi olduğunu söylemiş. Doğayla ilgili soruya Hızlan "Doğayı, doğa filmi seyrederek, doğa resmi görerek, doğanın müziğini dinleyerek hissederim. Doğayı görmem hiç gerekmiyor" yanıtını vermiş. (14)

....

Zafer Yalçınpınar'ın sitesi "yeni sinsiyet'e karşı mücadele etmektedir!" sözüyle açılıyor. İlk sayfada "şiir/ eski hikâyeler/ b i l d i r i/ i n c e l e m e/ karga'ca değiniler/ k i m/ k i t a p l a r ı / kendini anlatan/ E V V 3 L (aksak kolaj)/ dilin kemiği yoktur/ baykuş bakışı/ bakışsız bir kedi kara/ " linkleri görünüyor. (15)

Özgeçmişi şöyle verilmiş:

Zafer Yalçınpınar, 1979 yılının Temmuz ayında İstanbul'da doğdu. Babası da, babasının babası da İstanbul'da doğmuştur. 1997 yılında İstek Vakfı Belde Koleji'ni bitirdi. 2001 senesinde Marmara Üniversitesi Ekonometri Bölümü'nde lisans derecesini tamamladı. 2003 senesinde Marmara Üniversitesi Bankacılık ve Sigortacılık Enstitüsü'nde yüksek lisans derecesini tamamladı. 2004 yılının başından beri TÜBİTAK-Gebze Yerleşkesi'nde Yönetim Bilimleri alanında araştırma görevlisi olarak çalışıyor. 2002-2006 yılları arasında Kuzey Yıldızı Edebiyat Dergisi'ni Vedat Kamer'le birlikte yayıma hazırlamıştır. Şiirleri ve öyküleri Son Kişot, Monokl, No-Edebiyat, Budala, Yaratı(m), Düşe-Yazma, Kavram Kargaşa, E, Öteki-Siz, Karalama, Wesvese, İmlâsız, Üç Nokta, Kül Öykü, Mor Taka, Heves, Sanat Cephesi, Can Sıkıntısı Fanzin, Göğe Bakma Durağı, Zinhar ve Bireylikler, adlı dergilerde yer almıştır. "Karşı"(2000, Lotus Yayınları), "Korkak Düşler"(2001, Lotus Yayınları), "Siya"(2006, Mevsimsiz Yayınları) adlı öykü kitapları yayımlanmıştır. İlk şiir kitabı "LİVAR" ise 2007 yılının Şubat ayında Lotus Yayınları tarafından yayımlanmıştır. 2006 yılında görsel işlerinden oluşan "ŞİİŞ" adlı e-kitabı tasarlamış ve internet üzerinden dağıtmıştır. Kendisini "şair" olarak değil de "şiir yazarı" olarak ifade eden Zafer Yalçınpınar; "sıkı" edebiyata inanır, kitap koleksiyonu yapar, İstanbul-Erenköy'de yaşar, başıbozuk ve külyutmazdır. (16)

Sözü edilen "Yeni Sinsiyet’e ve Edebiyat Kâhyaları’na karşı verdiğimiz mücadelenin kapsamı, kronolojik olarak" başka bir sitede görülebiliyor:

Yeni Sinsiyet'in Haksızlık Yordamı (1 Haziran 2014)
Yeni sinsiyetin cehalet ortamını yönetmek için kullandığı enstrümanların eskisi kadar hızlı ve pragmatik başarılar elde edemediği açıktır. Yeni kapitalizmin ödüllendirme sistemi, işbirliği yöntemleri ve kültürel sermayenin küresel etkileşim biçimi (vizyon arayışı) çürümektedir.

Yeni Sinsiyet'in İkbal Ezberi (11 Kasım 2012)
Her türlü “özgürleşme” duygusunun üzerine yeni sinsiyet kulesinin korkutucu gölgesi vurmakta ve henüz doğuş anında -o eşsiz anın kutsallığında- “özgürleşme” duygusu karartılmaktadır. Hakikat ile hakaretin yer değiştirmesi, yalanın “sahi” yerine kullanılması, ışığın karanlığa terkedilmesi, görüşsüzlük, sisleme, cehalet ortalamasına hizmet eden her türlü aldatmaca ve hilebazlık, yandaş-paydaş etkileşimlerindeki haysiyetsizlik, liyakatsizlik ve tözsüzlük yeni sinsiyetin kendi geleceği için tasarladığı “emniyet müşirleri”dir.

Menfi Gaddarlığın Sonu/cu (23 Şubat 2012)
Şairler ve şiirleri imgelemin özgürleşmesinin emektarlarıdır. Buna karşın Şiir Yıllığı’nı hazırlayan oligarşi, “şair”i bir “hizmetkâr” olarak görmeye başlamıştı. Ben, YKY’nin Şiir Yıllığı yayımlamamak yönünde aldığı kararı “imgelemin özgürleşmesi” ile şiirsel alanın genişlemesi için çok önemli ve bir o kadar da sahici bir “devrim-adım” olarak görüyorum. Şiir, bir riya ya da yalan değildir. Şiir, “sahi”nin eşsiz bir parçasıdır.

Yeni Sinsiyet’e Karşı: “Sorular, sorular, sorular...” (11 Kasım 2011)
Yayıncılık istismarlarının temel bileşenleri nelerdir? Hangi edebiyat heveslileri, hangi sözde editörler tarafından nasıl yemleniyor? Okuyucu bu durumun farkında mı? Okuyucu neler düşünüyor, neyi okumak zorunda kalıyor?

Yeni Sinsiyet’e Karşı: “Okumalar, okumalar, okumalar...” (29 Eylül 2011)
Yeni Sinsiyet tipolojisini, şiir ve edebiyat dünyasında yaşanan olayları, hileleri, aktörleri, ilişkileri ve bunlara karşı 2006 yılından beri verdiğimiz mücadelenin ayrıntılarını (yani önümüzdeki aylarda gerçekleştireceğimiz ifşaatı) doğru bir şekilde kavrayabilmeniz ve anlamlandırmanız amacıyla bazı yazıları bir “Ön-Hazırlık” şeklinde okumanız çok faydalı olacaktır. “Editörcülük Oynamak”, “Damperli Ödül Furyası ve Saygınlık Cukkalamak”, “Şaircilik, Yazarcılık Oynayanlar ile Oynamayanlar”, “Yıllık Geyiği”, “Yeni Sinsiyet ve Bazı Enstrümanları”, “Yeni Sinsiyet Tipolojisi’nin ‘Biz’ Söylemi ve Retorik Arsızlığı”, “Yeni Sinsiyet’in Seçkinlik Arayışı”, “Yerli Edebiyat Üzerine…”

Yerden Göğe Kadar Duyurulur: “Başlıyoruz!” (26 Eylül 2011)
Yaşamın, seni ulaşman gereken düzeyin altında tutmağa çalışan eğilimlerle (bu arada kendininkilerle de)savaşmakla geçecek. –Bu yüzden de, ulaşman gereken düzeye ulaşamayacaksın; yani, başarılı olacak o eğilimler, sonunda. Zaten, belki, istedikleri de budur:
Senin, onlarla savaşmak yüzünden, ulaşman gereken düzeyin altında kalman…
Ama savaşacaksın, gene de: sonuç her iki durumda da aynı olmayacak mı zaten – sen, zaten, ulaşman gereken düzeyin altında kalmayacak mısın ki? –Ama, savaşırsan, en azından (nereye gelebilirsen) geldiğin düzeye savaşarak gelmiş olacaksın –bu da boşuna olmayacak.”
(Oruç Aruoba, “De Ki İşte”, Metis Yayınları, 2001, s.44)

Mücadelenin Geçmişteki Envanteri (30 Ağustos 2011)
Eylül ayından itibaren her şeyi teker teker, sabırla, ayrıntılarla, yaşanan olaylarla, tanıklıklarlarla, yeni belgelerle ve özellikle de “isimler vererek” yeniden -derinlemesine- ele alacağız.

Cevap Olarak (19 Haziran 2011)
Kuşların bana söylediğine/ilettiğine göre, Yeni Sinsiyet‘in nemalanıcıları, şiir simsarları ve edebiyat/sanat kâhyaları sağda solda vızıldamaya başlamış.

Yeni Sinsiyet’in Seçkinlik Arayışı (14 Ocak 2011)
Tarihin salınımına bakıldığında modernizmin ilkelerini bilmek ve bu doğrultuyu iktisadi alana belirgin faaliyet adımlarıyla taşımak, yatırım planları yapmak, kilometre taşları dikmek seçkinlerin öncülüğünde icra edilen şeylerdir. Yeni Sinsiyet nemalanıcılarının bu role kanalize olabilmesi için öncelikle ticari konularda seçkinler ile arasında yönetsel bir dil birliğinin oluşması gerekir. Bu dil birliğini sağlayacak yönetsel ortaklık ise Yeni Kapitalizm’in ve türev uygulamalarının ta kendisiydi. Yeni Sinsiyet, seçkinlere yakınsama çabalarına yeni kapitalizmin kültürünü önceleyen bir karektere bürünerek başlamıştır. Ancak yeni kapitalizmin değerler sisteminin güç kaybetmesiyle ve özellikle de ilerleme prensibinin tutarsızlaşmasıyla birlikte Yeni Sinsiyet’in ortak olmak istediği payda yıpranmış, yeni kapitalizmin dili ve tutumları ayrıcalıklı özelliğini yitirmiştir. Bu noktada seçkinler, uzun soluklu ve yeni bir vizyon arayışıyla birlikte ayrıcalık unsurlarını yeniden akort etmeye girişmişlerdir. Yeni Sinsiyet ise bu hesapsız arayışa ortak olamamıştır.

Yeni Sinsiyet Tipolojisi’nin “Biz” Söylemi ve Retorik Arsızlığı (22 Eylül 2010)
Yeni Sinsiyet’in çeşitli enstrümanlarını kullanarak “cehalet alanı”nda icra ettiği girişimler ve bu enstrümanların işlediği çürük değer yargılarıyla ateşlenen yandaş-paydaş etkileşimleri, söz konusu alanın bir ortama dönüşüm sürecini tamamlamıştır. “Cehalet ortamı” şeklinde ifade ettiğimiz bu oluşumun tamamlanmasının hemen ardından -kendi tanımıyla çelişen- yeni bir tipolojinin çerçevelenmesi de kaçınılmazdı.

Yeni Sinsiyet ve Bazı Enstrümanları (2 Nisan 2010)
Yeni sinsiyetin arsızlığına ve aymazlığına yakışır derecede yaygın olarak kullanılan bir başka enstrüman da “Sessizlik Suikasti” ya da “Sessizlik Baskısı”dır. Marx’ın dile getirdiği bu kavramın işlevleri, sinsiyet zihniyetini eskisinden çok daha yüksek nemalara ulaştırmaktadır. Statüko karşıtı olduğunu iddia eden -aslında statüko karşıtlığını da bir enstrüman olarak kullanan- yeni sinsiyet, tüm sessizlik biçimlerini cehalet alanının genişlemesi yolunda kullanmaktadır. (Aynı yöntemin çeşitlemelerinden kapitalist satış tekniklerinde de sıkça söz edilir.) (17)

Zafer Yalçınpınar ve Şükret Gökay, Sait Faik Araştırma Atölyesi kapsamında bilişsel haritalama çalışmaları yürütmüşler. Sait Faik odaklı büyük bilişsel harita (200 kavram/unsur) ve 'Lüzumsuz Adam' (36 kavram/unsur), 'Papaz Efendi' (23 kavram/unsur), 'Mektup' (51 kavram/unsur), 'Son Kuşlar' (33 kavram/unsur). hikâyeleri eksenindeki bilişsel haritalar hazırlanmış. (18)

Zafer Yalçınpınar'ın günümüz edebiyat dünyasındaki ödül sistemiyle ilgili düşünceleri pek olumlu değil:
"Ödül konusu son derece karışık bir konu… Şimdi, her şeyi bir kenara bırakalım ve meseleye dil açısından bakalım: Bugün, 'Ödül' dediğimiz anda imgesel olarak ödülü alan kişiyi ya da eseri değil “ödül sistematiği”nin kendisini ya da ödülün metasını işaret ediyoruz, yüceltiyoruz, ayrıcalıklandırıyoruz. Eskiden böyle değildi. Şimdilerde, rekabet, kazanmak, yarışmak, hırs, farklılık, üstünlük filan gibi şeyler doğrudan aklımıza geliyor. Ödüllendirme denen şey, Yeni Kapitalizm’in yönetim süreçlerinin içerisinde düşünüldüğünde bir “isteklendirme” türüdür ve iktidar heveslileriyle iktidar sahiplerinin buluştuğu bir podyumdur. Ödül, iktidarın, kendi iktidarını kuvvetlendirdiği bir araçtır. Ödüller sahici değildir. “Ödül Sistematiği” denen şeyden podyumu, ışıkları, jüriyi, ödülü takdim edeni, alkış seslerini, o kırıtışları, gazetelerdeki haberleri, duyuruları filan kaldırın, geriye ne kalır?" (19)

Sanatın özünün verilecek ödüllerle aranamayacağını söylüyor:

"Şairin ödülü sıkı şiir yazmak, yazabilmektir. Şairin ödülü; tüm baskılara rağmen özgür bakışını, imgeselliğinin biricikliğini kaybetmemektir. Derdi şudur şairin; töze nüfuz edebilmek, tözü imlemek…" (19)

2014'ün öne çıkan jüri üyeleri, 25 edebiyat ödülünde, birden fazla jüri üyeliği yapmış isimlerle değerlendirilmiş:

"Listenin başında 10 kere jüri üyeliği yapmış olan Doğan Hızlan yer alıyor. Hızlan’ı, 5 kere jüri üyeliği yapan Refik Durbaş ile 4 kere jüri üyeliği yapan Egemen Berköz, Enver Ercan, Eray Canberk, Handan İnci, Hilmi Yavuz ve Metin Celâl izliyor. 3 kere jüri üyeliği yapanlar Asuman Kafaoğlu Büke, Cemil Kavukçu, Faruk Şüyün, İnci Aral, Leyla Şahin, Müslim Çelik, Nursel Duruel, Selim İleri, Semih Gümüş, Turgay Fişekçi, Turhan Günay ve Cevat Çapan’dan oluşuyor. 2 kere jüri üyeliği yapanların listesi ise şöyle: Abdullah Uçman, Adnan Binyazar, Ahmet Telli, Ali Cengizkan, Buket Aşçı, Emin Özdemir, Erendiz Atasü, Feyza Hepçilingirler, İhsan Yılmaz, İlknur Özdemir, Mehmet Zaman Saçlıoğlu, Murat Gülsoy, Mustafa Öneş, Sennur Sezer, Sevin Okyay, Sinâ Akyol ve Metin Cengiz." (20)

Ödüllerin listesi de verilmiş:

"Altın Portakal Şiir Ödülü
Behçet Aysan Şiir Ödülü
Behçet Necatigil Şiir Ödülü
Cemal Süreya Şiir Ödülleri
Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü
Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü
Duygu Asena Roman Ödülü
Dünya Kitap Yılın En İyileri
Erdal Öz Edebiyat Ödülü
Everest İlk Roman Yarışması
GİO Ödülleri
Haldun Taner Öykü Ödülü
Melih Cevdet Anday Şiir Ödülü
Metin Altıok Şiir Ödülü
Necati Cumalı Edebiyat Ödülü
Necip Fazıl Ödülleri
Orhan Kemal Roman Armağanı
Orhan Şaik Gökyay Şiir Ödülü
Ömer Seyfettin Hikâye Yarışması
Sait Faik Hikâye Armağanı
Sedat Simavi Ödülleri
Selçuk Baran Öykü Ödülü
Tanpınar Edebiyat Ödülü
Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri
Yunus Nadi Ödülleri" (20)

....

Sanatlog yazarı Serkan Engin'in ödüllerle ilgili düşünceleri de bu alandaki sorunları yansıtıyor:

"Yıl 2005. Bir telefon konuşması: Hüseyin Alemdar: Serkan n’aber? Serkan Engin: İyiyim, sağol. Hüseyin Alemdar: Serkan, Enver Ercan’a selamımı söyle, senin şiirlerini Varlık’ta bassın. Serkan Engin: (Gülerek) Ya 'arkadaş yakinimdir' diyerek şiir mi bastırılır?"

"İlk bakışta Hüseyin Alemdar’ın yaklaşımı iyi niyetli olarak genç bir şaire destek gibi algılanabilir ama etik açıdan iğrençtir böyle selamla kelamla, torpille şiir yayımlatmak. Ne var ki onlar için doğal ve sıradandır bu durum."

"Oysa nitelikli şiir zaten geleceğe kalacak ve tarih herkesi doğru yere koyacaktır. Bırakın şiir ödülünüz olmasın, büyük yayınevleri şiir kitabınızı basmasın, namlı dergiler size yer vermesin… Günübirlik parsayı toplamak sizi geleceğe taşımaz, sadece geçici bir süre popüler yapar. Sonra şiir tarihinin çöplüğünü boylarsınız şiiriniz nitelikli değilse ve ancak okurun özdeşlik kurabileceği ya da okura empati kurduran şiirler geleceğe kalır." (21)

Değersizliğini kanıtlayacak bir şiirin basılması bile küçük bir sevinç olabilir mi?

....

Sanat ve edebiyat tartışmaları kuşkusuz farklı çevrelerde, zamanlarda, boyutlarda, düzlemlerde, düzeylerde yapılabilir, yapılmalıdır.

Sanırım yol gösterici temel ilke, insana, bilime, sanata ve inanca saygı olmalıdır.

Henüz yerini bulamamış ve şimdilik "uzun açıklama" başlığıyla not almış olduğum şu söz, bakışımı özetliyor:

"Uzaklarda bir ateş yanıyordu. Herkes biliyordu ki günün birinde sönecekti. Yine de o kaçınılmaz sona dek onun içlerini ısıtmasını, çiçeklerin güzelliğini yumuşak bir ışıkla boyamasını istiyorlar, bu küçük sevinçlerde büyük mutluluklar buluyorlardı." (22)

Mutluluğu paylaşmanın en iyi ve en güzel yolları nasıl bulunabilir?

....

Karşılaştırmalı yaşamlar sürdüğümüz bugünün dünyasında, hiç değilse sanatın ve edebiyatın çağının ilerisinde kurallarla yönetilmesini sağlayabilir miyiz?



2. Van Gogh Alive, http://www.cermodern.org/contents/show/79/van-gogh-/-alive.html

3. Vincent van Gogh, http://tr.wikipedia.org/wiki/Vincent_van_Gogh

4. Paul Gauguin, http://tr.wikipedia.org/wiki/Paul_Gauguin



7. Ahmet Topal, Karşılaştırmalı reklam dönemi, http://www.sabah.com.tr/ekonomi/2015/01/03/karsilastirmali-reklam-donemi

8. Karşılaştırmalı Yaşam Kalitesi Göstergeleri, http://www.yalova.gov.tr/default_B0.aspx?content=1072

9. Sevda Akar, Türkiye'de Daha İyi Yaşam Endeksi: OECD Ülkeleri ile Karşılaştırma, http://www.jlecon.com/Makaleler/880778669_s.akar.pdf

10. Karşılaştırmalı Edebiyat, http://www.yeditepe.edu.tr/lisansustu/karsilastirmali-edebiyat

11. Doğan Çilesiz, Paris ve Marsilya’nın Karşılaştırmalı Yaşam Tarzları İllüstrasyonu, http://www.grafikerler.org/portal/paris-ve-marsilyanin-karsilastirmali-yasam-tarzlari-illustrasyonu.html

12. Sevilay Atlama, Ceyda Özsoy, Eğitimde Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği: Türkiye’nin Karşılaştırmalı Analizi, http://www.academia.edu/773500/E%C4%9Fitimde_Toplumsal_Cinsiyet_E%C5%9Fitsizli%C4%9Fi_T%C3%BCrkiyenin_Kar%C5%9F%C4%B1la%C5%9Ft%C4%B1rmal%C4%B1_Bir_Analizi

13. Doğan Hızlan, http://tr.wikipedia.org/wiki/Do%C4%9Fan_H%C4%B1zlan

14. Banu Uzpeder, Edebiyat... Müzik ve Annem: Doğan Hızlan’ın hayatı bu üç kelimede saklı, http://www.yaslilikrehberi.org/roeportaj-listesi/edebiyat-muezik-ve-annem-do%C4%9Fan-h%C4%B1zlan%E2%80%99%C4%B1n-hayat%C4%B1-bu-ue%C3%A7-kelimede-sakl%C4%B1.aspx

15. Zafer Yalçınpınar, http://zaferyalcinpinar.com


17. Zafer Yalçınpınar, Yeni Sinsiyet, http://yenisinsiyet.evvel.org/

18. Sait Faik Odaklı Bilişsel Haritalama, http://saitfaikmuzesi.org/sait-faik-odakli-bilissel-haritalama/

19. Zafer Yalçınpınar, Oligarşik Dehşetin Sürekliliği: “Damperli Ödül Furyası’nın Yeni İstatistikleri”, http://evvel.org/oligarsik-dehsetin-surekliligi-damperli-odul-furyasinin-yeni-istatistikleri

20. 2014’ün öne çıkan jüri üyeleri, http://koltukname.com/2015/01/07/2014un-one-cikan-juri-uyeleri/

21. Serkan Engin, Köpekleşen Şairlerin Anatomisi, http://www.sanatlog.com/sanat/kopeklesen-sairlerin-anatomisi/