Çocukken Türkiye'de
yaşayan herkesin Türk olduğunu sanırdım. Dünyanın tüm
güçlülerine, yedi düvele karşı verilen Kurtuluş Savaşı'nın
ve önderi Mustafa Kemal'in öyküsünü dinlediğimde çok
etkilenmiş, hep güçsüzün yanında olma özelliğimi belki de
bundan kazanmıştım. Okuldaki ilk arkadaşlarımdan birinin adının
bizimkilerden farklı oluşu, adıyla diğer çocukların dalga
geçmesi bile Ermeni olduğunu anlamama yetmemişti. Türkiye
topraklarında yaşayan halklardan Kürtleri ilk ne zaman duyduğumu
hatırlamıyorum. Ama üniversite yıllarımda halklarının
sorunlarına duyarlı olduklarını bilerek sevdiğim Kürt
arkadaşlarım vardı.
Aradan yıllar geçti. Pek
çok halkın ve inanç grubunun adını duydum. Çerkezler, Lazlar,
Ezidiler, Aleviler, Sünniler, Şiiler; insanların yalnız etnik
kökenleriyle değil, dinleri ve dünyaya bakışlarıyla da
ayrıldığını gördüm. Sonunda bunların hiçbirinin önemli
olmadığını anladım. Tek değer insan olmaktı. Aslında insan
olmak bile değil, doğanın canlı ve cansız, yaşayan ve yaşamayan
her parçasına saygılı olmak, evrenin sonsuz görünen sınırlı
akışı içerisinde üzerine düşeni yapmak, alabileceklerini
almak, verebileceklerini vermek, gerekenleri yerine getirmiş ve tüm
bunlardan tat ve gönül rahatlığı almış biri olarak yerini
zincirin başka bir halkasına bırakmaktı.
Ne yazık ki insan olmak
bu topraklarda, bu dünyada pek kolay değildi. Bu yüzden zor
bulunuyordu insanlar. Ve insan olarak yaşamaya çalışanlar büyük
zorluklar çekiyorlardı.
İnsan olmak zordu, çünkü
herkes yalnız kendisini biliyor, tanıyor ve seviyordu. Başkalarını
kendine benzetmeye çalışıyordu. Hele ellerine bir güç
geçirdilerse başkalarının tüm haklarıyla birlikte,
insanlıklarını da ellerinden alıyorlardı. Bunu yaptıklarında
kendi insanlıklarını da yitirmiş olduklarını bir türlü
anlamıyorlardı.
Kadın erkek eşitliği,
cinsel kimlik özgürlüğü, pozitif ayrımcılık gibi konuların
konuşulması yaşamda yer bulmalarını sağlamıyordu. Toplumsal
mekanizmalar ekonomik bir altyapının üzerinde çalışıyordu.
Sözler ne derse desin, olup bitenleri mülkün paylaşımı
belirliyordu.
....
"Adalet mülkün
temelidir."
Adaletle ilgili bu sözü
ilk duyduğumda epey şaşırmıştım. Mülkü "dünya malı"
olarak algılıyordum. Koskoca adalet sisteminin insanların malıyla
mülküyle uğraşmasının nedenini pek anlayamamıştım. Yunus
Emre'nin sözü mülkü açıklıyor muydu?
“Mal sahibi, mülk
sahibi
Hani bunun ilk sahibi.”
Mülk eğer dükkân,
arazi gibi taşınmaz mallar ise, adaletin temelinin yalnızca buna
dayanması doğru olabilir miydi?
Mülk, devletin egemenliği
altında bulunan toprakların tümü olarak alındığında durum
değişiyor muydu? Adalet yalnızca kaynakların paylaşımıyla mı
ilgiliydi?
Artık bu sözü şaşırtıcı
bulmuyorum. İnsanların zenginlikleri nasıl sahiplenip
kullandıkları, gelecek kuşaklara nasıl miras bıraktıkları
yaşamlarının biçimini ve yönünü belirliyor. Günümüz
toplumsal yaşamının temel birimi tekeşli aile de bu sistemin
temelini oluşturmak için çıkmamış mıydı? (1)
Toplumdaki çatışmaların
neredeyse tümü ekonomik değerlerin paylaşımıyla ilgili
sorunlardan kaynaklanmıyor mu? Kurulu düzenin dengelerini
değiştirmek isteyen bir karşı akım toprakların halka
dağıtılması için bir kampanya yürütürse, ya da yönetimde
olan bir parti çıkardığı yasalarla madenlerin kullanım
haklarını belirli gruplara verirse, her ikisi de dayandıkları
kesimlerin çıkarlarını korumuş olmazlar mı?
Yönetme gücünü ve
yetkisini elinde tutanlar, mülkün paylaşımının ve
aktarılmasının kurulu sistemin kuralları içinde düzen sınırları
dışına taşmadan yapılmasını sağlamaya çalışırlar.
Zenginlikleri elde tutmanın, sistemin uyumlu çalışmasını
sağlamanın temel kuralı budur.
Son yıllarda gözlenen
şaşırtıcı kuraltanımazlık, yapılan uygulamaların ve alınan
kararların arkasında düzeni sarsmak isteyen gizli güçler mi
olduğu sorusunu akla getiriyor. Yönetenler bilerek ve isteyerek
mülkün temelini sarsıyor mu? Anayasanın, yasaların sınırlarını
zorlayarak, güç ve paylaşım dengelerini aşırı derecede
değiştirerek bir kaos yaratmak, kendi katmanlarının lehinde
değişmez yeni bir denge mi oluşturmak istiyorlar?
Adalet mülkün temeli
olmazsa nasıl bir düzen kurulur? Hukuk ve özgürlükler mi
belirleyici olur? Tarafların güçleri ve ellerinde tuttukları
kaynakların çokluğu mu?
....
Ayşen Seymen Çakar,
adaletin mülkün temeli olmadığını söylüyor.
“'Adalet mülkün
temelidir' cümlesinde mülk kelimesi, devlet anlamında
kullanılmaktadır. Devlet ise, unsurları genel kabul görmüş,
hukuki bir kavramdır. Devlet kısaca 'belli bir toprak parçası
üzerinde egemenlik kurmuş, belli bir insan topluluğunun
oluşturduğu, kendisini meydana getiren farklı bir kişiliğe sahip
örgütlenme' olarak tanımlanabilir. Devlet bu egemenlik unsuru ve
tüzel kişi vasfı sebebiyle pek çok yetkiyi bünyesinde
barındırmaktadır. Devletin bu yetkileri bizzat anayasadan
kaynaklanmaktadır. Bu sebeple anayasa, devletin, hukuki ve biçimsel
formudur da denilebilir. Devletin, kişi hak ve hürriyetleri dahil
pek çok alana müdahale edebildiği düşünülürse, sınırsız
bir kavram olmaması ve somut şekilde çizilmiş sınırlarının
olması gerekir. Bunun için 'adalet, mülkün temelidir' cümlesini
ve genel olarak adalet kelimesini duygusallıktan uzak, doğru bir
değerlendirmeye tabi tutmak gerekir. Adalet mülkün temelidir
cümlesinde kanaatimce, adalet, hukuk anlamında kullanılmaktadır;
böyle olunca da 'hukuk, devletin temelidir' şeklinde doğru bir
cümle ile karşılaşıyoruz. Fakat yukarıda ısrarla üzerinde
durduğumuz üzere, bu sadece benim değer
yargımdır ve başka bir
kişi bu cümleyi çok farklı anlama gelecek şekilde
yorumlayabilir. Adalet, en üstün erdem şeklinde anlaşılırsa da,
böylesine üst ve sınırsız bir kavramın, mutlaka
sınırlandırılması gereken bir kavrama temel teşkil ettiği
söylenemez. Pek çok ulusal veya uluslararası hukuk belgesine
girmiş olan bu kavramın değerlendirilmesinde ve hem de temel hak
ve özgürlükler ile birlikte değerlendirilmesinde ölçülü olmak
gerekir. Bir değer yargısı belki bir kişi için, devletin temeli
olabilir ve fakat herkes için bunun böyle olması mümkün
değildir. Bu sebeple, devletin temeli, adalet değildir hukuktur."
(2)
“Devl” kökünden
gelen devlet sözcüğünün "el değiştirme, elden ele geçme
anlamına" geldiğini belirtiyor.
Mülk ve devlet ilişkisini
bir yana bırakacak olursak, "Hukuk mülkün temelidir"
denebilir. Bir bölgede yaşayan insanların kaynaklarını nasıl
paylaşıp kullanacaklarına, kendi aralarında ve komşu bölgelerle
nasıl ilişkiler kuracaklarına karar vermelerini sağlayacak
ilkeler ve kurallara dayanarak tasarlanıp uygulanacak bir sistem;
özgürlüğün, barışın ve insanca bir yaşamın kapısını
açabilir mi?
Hem bireylerin hem
toplulukların, hem azınlıkların hem ezici çoğunluğun, hem
güçsüzün hem güçlünün, tüm hakları korunabilir mi?
Yoksa, hukuk ne derse
desin, korunan yalnızca güçlünün hakkı mıdır?
....
Gerçek nerededir?
Ya da geçmişe bakacak
olursak, gerçek neredeydi?
Günümüzün gerçeğini
anlatan gördüklerimiz midir, yoksa okuduklarımız mı?
Geçmişin gerçeği
nerededir? Binlerce yıllık kitapların sayfalarında mı, yoksa
dünyadan çoktan ayrılıp evrenin gizli derinliklerine doğru yol
alan ışık demetlerinde mi?
Gerçeği nasıl taşırdık?
Şimdi nasıl taşıyoruz?
Önce çizgiler ve
şekiller, sonra resimler ve yazılar mıydı aktarmak istediğimiz?
Bir yaprağa, bir kağıda,
bir manyetik şeride, ışıkla okunan bir diske, taşınabilir
küçücük bir belleğe, küresel iletişim ağının dağıtılmış
yapılarına yazdığımız bilgilerin gerçekle ilişkisi nedir?
Gerçeği hapsedebilir
miyiz?
Özenle saklanan bilgileri
ne kadar koruyabiliriz?
....
Filiz Aygündüz'ün "Kaç
Zil Kaldı Örtmenim?" kitabının kısa tanıtımı şöyle:
"Diyarbakır’ın
küçük bir kasabasına atanan yirmi üç yaşında bir öğretmen…
İstanbul’daki güvenli evinde, televizyon haberlerinde seyrettiği
uzaktaki köyde yeni bir hayata başlıyor. O köyün ne dili tanıdık
ne de alışkanlıkları. Bu yeni dünyanın içinde ona rehberlik
edenler ise otuz iki küçük çocukla bir büyük aşk…
Filiz Aygündüz’ün
samimi anlatımıyla farklılıkları, kimlikleri, dili, ölümü ve
hayatı sorguladığı Kaç Zil Kaldı Örtmenim?, Türkiye’nin en
önemli meselelerinden birine siyasetin değil, insan öykülerinin
içinden bakıyor.
Duyduğum ilk Kürtçe
kelime ‘gel’ anlamına gelen ‘were’...
Kafa karışıklığı. Ne
yani, burada insanlar, anlamadığım bir dilden mi konuşuyor?
Birkaç saat önce yerliyken birkaç saat sonra yabancıydık; aynı
ülkenin sınırlarında. Sırf insanlar anadillerini konuşuyorlar
diye… Tuhaf bir kızgınlık duyuyordum. Anlamamaktan.
Dilin yoksa yalnızmışsın
meğer.” (3)
Necmiye Alpay kitapla
ilgili yazısında yazarın "kurcalamalar" bırakmasından
söz ediyor:
"Kurcalamalardan biri
şu: 1995 yılında Diyarbakır’da 23 yaşındaki bir öğretmen
adayının, duyduğu ilk Kürtçe sözcükler karşısında 'Ne yani,
burada insanlar, anlamadığım bir dilden mi konuşuyor' diye
şaşırmasını, bugünün (2010 sonunun) okuru olarak ilk anda
inandırıcı bulmuyoruz. Ancak, olayın vahameti kısa sürede bütün
ağırlığıyla üzerimize çöküyor: Öyle ya, 1990’lı yıllarda
toplum şimdikinden çok daha mutlak bir yarılmanın içindeydi. Bir
yanda Kürt olma özgürlüğü adına kan gövdeyi götürürken
diğer yanda bunun üstü, ne idüğü belirsiz bir hastalık adı
gibi 'terör' sözcüğüyle örtülüyordu. ‘Kürt’ sözcüğünü
belirli bir rahatlıkla telaffuz edebileli şunun şurasında kaç
yıl oldu ki? ‘Kaç Zil Kaldı Örtmenim?’, bunun gibi çok
sayıda ve değerli okur deneyimi sağlıyor." (4)
Ayça Örer'in yaptığı
röportajda Aygündüz, Silvan'da yaptığı öğretmenlikten söz
ediyor, yaşadıklarıyla ve kitapla ilgili bilgi veriyor:
"Evet, 1995’te
hakikaten Silvan’da, ikinci sınıfa giden çocuklara öğretmenlik
yaptım. Ben karakterden farklı olarak matematik mezunuyum, o fizik
mezunu. O yüzden bu roman, gazeteci gibi oraya gidip notlar tutup
yazdığım bir roman değil. Kitabın tamamında kurgusal
karakterler de var ama çocuklarla yaşadığım ilişki bire bire
yakın. Bir de, ben yaşamasam bile kurgu malzemesi olarak kitabın
içine giren şeyler var."
"1990’ları yaşayan
Silvan, faili meçhullerin, kayıpların, gözaltıların, köy
boşaltmaların da çok sık yaşandığı bir coğrafya. Romanda da
o günlerin izlerini bulmak mümkün… Oraya gittiğinizde bütün
bu saydıklarınızı korkuyla öğrenmeye başlıyorsunuz. Bugün
koşullar çok farklı. Ama o gittiğim dönemde korku vardı.
Korkunun rengi, sesi olur mu? Olurmuş. Ben bunu orada gördüm.
Gittiğimde Silvan’daki iki evden birinden ölü çıkmıştı.
Çocuklarda, ilçede dolaşan insanlarda ilk adımımı attığım
andan itibaren korkuyu anladım. Kitaptaki karakter de oraya gidip o
havayı görünce, kendini 'korkacak bir şey yok' diye teskin eder."
"Romanda kadınların
kendilerini ancak ev içinde ifade edebildiğini görüyoruz.
Öğretmenler de çok ciddi sıkıntılar yaşıyorlar… O dönem
çok özel bir dönemdi çünkü Hizbullah hâlâ varlığını
sürdürüyordu. Silvan’ın gerçeğiyse çok farklı. Benim
gördüğüm fotoğraflarda kadınlar, mini etekli, şapkalı.
Eskiden Diyarbakır’ın en modern ilçelerinden biriymiş. Bugün
de benim gördüğüm zamanki gibi değil. Kadınlar gayet rahat
dışarı çıkıyorlar. Ben oradayken o kadar az kadın gördüm ki…
Veliler okula da gelmezdi. Çok azı Türkçe biliyordu zaten. Eve
kapanmak zorunda da kalmışlardı. Mesela orada silah sesi duyunca
antreye çökmek gerektiğini biliyor insanlar. Hep o seslerle geçmiş
5-6 yılları. Çocukları da var böyle bir bilgisi. Daha sonra
birkaç tane öğrencimle bir araya geldik. O zamanları anlatırken,
'Bizim için oyun gibi geliyordu' dedi. Bana çok dokunmuştu."
"Çocukların yaptığı
resimlerde panzerlerin, bombaların olması yaşadıklarını nasıl
normalleştirdiğini gösteriyor… Çocuklar hep gördükleri için
panzer koyuyor resmine. En belirgin karelerden biri o. Öğretmen
için çok ürkütücü bir şey. İlk resim dersinde, anne, baba,
kırmızı çatılı ev, iki dağın arasından doğan bir güneş
yapmalarını bekliyordum… Önüme panzerler, bombalar geldi. Ama
dönüşmeye de çok elverişli çocuk aklı. Öğretirseniz o
panzerlerin yerini hemen çiçekler alabiliyor." (5)
Filiz Aygündüz'ün
"Kentli Kadının Erkeklik Sınavı" kitabının
tanıtımıysa gerçekliğin farklı bir alanından kesitler
getiriyor:
"Aşk falan yok
demiştim kızlara ama bal gibi de ilk görüşte aşktı bu. Hiç
aklımdan çıkmıyordu Ömer. Son görüşmenin ardından, o ilk
günlerin şanından sayılan, 'arayacak mı, ya aramazsa' telaşı
başladı. Bu günlerin kurbanı bir kız arkadaş hep olur malum.
Benimki de Suna’ydı. Günde kırk kez, telefon, mesaj, mail
marifetiyle yiyip bitiriyordum Suna’yı. Bütün hikâyeyi en
baştan gözden
geçiriyor, Ömer’in her
bir sözüne kırk tane anlam yüklüyor, bakışlarını yorumluyor,
arayacağı zamanı kestirmeye çalışıyordum. Arada umudumu
kaybedip kesin aramayacak diye karaları bağladığım da oluyordu,
arasın diye akşamları totem yaptığım da…"
"Genç Mimar Deniz,
bir hastanenin acil servisinde gördüğü Doktor Ömer’e âşık
olur. Bir 'ilişki' istemediğini açıkça söyleyen Ömer, kırmızı
çizgilerini koruyarak onunla birlikteliğini sürdürür. Ömer’le
olabilmek için adamın bütün kurallarını kabul eden Deniz, ne
gidebilir ne de kalabilir. Kendisini mutlu etmeyen bu aşkın içine
hapsolmuştur." (6)
Filiz Aygündüz 'ün
günümüzün kadın-erkek ilişkilerini masaya yatırırken,
(bağlılık-bağımlılık, değersizlik-suçluluk duygusu, anlam
arayışı-anlamsızlık kaygısı, sevilme arzusu-kaybetme korkusu
ile) insan psikolojisinin de derinliklerine indiği belirtiliyor.
Asu Maro, Filiz
Aygündüz'ün ikinci romanında bağımlı bir aşk yaşayan
Deniz’in, aslında hayatının anlamını başkasında arayan
kadınların hikayesini anlattığını söylüyor.
"O kadar çok
beklediğim bir romandı ki bu. Numara yapacak değilim, yıllardır
Milliyet ve Milliyet Sanat’ta birlikte çalışan, sabah
kahvelerini karşılıklı içen, işten güçten, hayattan ve tabii
ki aşktan meşkten konuşan, mutluluklarını ve de dertlerini
paylaşan, kendi işlerine yaramayan 'parlak fikirleri' birbirine
cömertçe veren iki arkadaşız biz Filiz Aygündüz’le.
Dolayısıyla, onun 'Kaç Zil Kaldı
Örtmenim?'in üzerine
yeni bir roman yazmakta olduğunu, bunun bir bağımlı aşk hikayesi
anlatacağını, hepimizin hayatına ucundan kıyısından değeceğini
elbette uzun süredir biliyordum. Yüzüp yüzüp kuyruğuna
geldiğimizi de... Yine de 'Prens Prensesi Sevmedi' gerçek bir
sürpriz oldu benim için. Allah için ser verip sır vermemişti bir
kere, beni okur heyecanından mahrum bırakmamıştı, o yüzden
meraktan ölerek bir solukta okudum Deniz’in hikayesini. Arada
kıkırdayarak, arada gözlerimi silerek, sahiden sağlam ve işe
yarar 'fikirler' edinerek... Ayrıldığımıza üzülerek de
bitirdim. Çünkü doktor Ömer’e bir görüşte âşık olup
kendisini mutsuz eden ilişkinin içerisinde kanırta kanırta kalan
Deniz, arkadaşları Suna ve Nazlı, o kadar kanlı canlı
karakterlerdi, o derece bildik dertleri, tasaları vardı ve Filiz
bunları o kadar güzel anlatmıştı ki bayağı arkadaşlarımdan
ayrı düşmüş gibi oldum." (7)
Filiz Aygündüz'ün
özgeçmişi daha çok ikinci romanındaki gerçeklerle ilişkili
gibi görünüyor:
"1971 yılında
İstanbul’da doğdu. Mimar Sinan Üniversitesi Fen Edebiyat
Fakültesi Matematik bölümü mezunu. Çeşitli liselerde matematik
öğretmenliği yaparken, Topaz, Go, Cosmopolitan dergilerinde
serbest muhabir olarak çalıştı. 1995 yılında Duygu Asena’nın
çıkardığı kadın
dergisi Kim ve kültür
sanat dergisi Negatif’e yazmaya başladı. 1999 yılında
öğretmenlikten istifa etti. Aynı yıl, Asena’nın dergileri
kapandıktan sonra Milliyet gazetesi kültür sanat servisinde ve
Milliyet Sanat dergisinde muhabirlik yapmaya başladı. 2007 yılında
Milliyet gazetesi kültür-sanat servisi müdürü oldu. Milliyet
Sanat dergisinde muhabirlik, editörlük, yayın koordinatörlüğü
görevlerinde bulunduktan sonra 2008’de derginin genel yayın
yönetmenliğine getirildi. Halen Milliyet gazetesi kültür-sanat
servisi müdürlüğünü, Milliyet Sanat dergisinin ve Milliyet
gazetesinin çıkardığı aylık kitap eki Milliyet Kitap’ın
genel yayın yönetmenliğini yapıyor." (6)
Kimse nerede ve ne zaman
doğacağını, kim olacağını belirleyemiyor.
Sanatçılar gerçekle
ilişkilerinin biçimini kendileri yaratabilir mi?
....
Söylenen sözler ne zaman
gerçeği söyler, ne zaman büyük yalanlara dönüşür? Gerçeğin
yalanı söylenmeli midir? Yoksa yalanların arkasındaki gerçekler
mi bulunmalıdır? Sözle, yazıyla, nutukla atılan yorum başlıkları
doğrulara mı götürür, yanlışlara mı? Halklar katillerle gurur
duyulunca mı yükselir, acıları anlayıp yaraları sarmaya
çalıştıkça mı?
Gerçeğin yalanı ölüm
müdür? Yalanın gerçeği barış getirebilir mi?
Gerçek simgesel midir,
nesnel midir? Öznel midir, gizemli midir?
Gerçeğin adı hangi
dildedir? Peki gülün adı?
1. Mehmet Arat, Açık
Büfe Cinsellik,
http://blog.milliyet.com.tr/acik-bufe-cinsellik/Blog/?BlogNo=386693
2. Ayşen Seymen
Çakar, Adalet mülkün temeli midir?,
http://tbbdergisi.barobirlik.org.tr/m2013-106-1275
3. Filiz Aygündüz,
Kaç Zil Kaldı Örtmenim?,
http://www.dogankitap.com.tr/kitap/Ka%C3%A7+Zil+Kald%C4%B1+%C3%96rtmenim-1417
4. Necmiye Alpay,
Silvan’daki İstanbullu,
https://filizaygunduz.wordpress.com/2011/01/01/silvandaki-istanbullu/
5. Ayça Örer,
Filiz Aygündüz Ropörtaj,
https://filizaygunduz.wordpress.com/2011/01/01/filiz-aygunduz-roportaj/
6. Filiz Aygündüz,
Prens Prensesi Sevmedi,
http://www.dogankitap.com.tr/kitap/Prens+Prensesi+Sevmedi-1965
7. Asu Maro,
Babamızla kurduğumuz ilişki kaderimizi belirliyor,
http://www.milliyet.com.tr/-babamizla-kurdugumuz-iliski/pazar/haberdetay/08.02.2015/2010256/default.htm
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder