30 Ağustos 2019 Cuma

Vicdan Pusulası


Galiba pusulanın yeniden bulunması gerekiyor.

Daha doğrusu, bir zamanlar insanların okyanusları aşabilmesini sağlamış bu büyülü araç gibi, insanlığa bilgiye ve akla dayalı bir yön verebilecek, bataklığa gömülmekten kurtaracak, temiz ve duru sularda yüzmesini sağlayarak önce çocukları ve kadınları, sonra bütün iyi ve dürüst insanları koruyacak, herkese yol gösterecek yeni bir mucize, bir pusula. Vicdan. Vicdan pusulası.

....

Korkunç olaylar yaşanıyor. Bunların neler olduklarını söylemeyeceğim. Herkes, kendince iyi ya da kötü diye tanımlayabileceği gelişmeleri; sistemin izin verdiği ve kendi gözlerinin kulaklarının ve aklının gösterebildiği kadarıyla görüyor. Bilgiyle ya da önyargıyla, nesnellikle ya da bağlılıkla, düşünceyle inançla, çok veya az anlayarak; bir biçimde, yaşadıklarıyla ve yaşananlarla, eviyle ve mahallesiyle, yurduyla ve dünyayla, yeryüzüyle ve evrenle, geçmişle ve gelecekle, bugünle ve hiçbir zamanla ilişkilendirerek yorumlar yapıyor, sonuçlara ulaşıyor.

Yaşananlar konuşuluyor. Yaşanacaklar planlanıyor. İnsanlar ilişkiler kuruyor, işler yapıyor, kendilerine ve başkalarına yön veriyorlar. Kimi işsizlerin iş beklediği küçük bir meydanda kendi gibilere umutsuz gelecek umutlarını anlatıyor, kimi bir mahalle kahvesinde akşamı nasıl edeceğini düşünürken bir gün içinde yüzlerce kez vatanı kurtarıyor. Korkunç olaylar sürüyor.

Korkunç olayların sürmesinden kim sorumludur? Bir anda bir kişinin ya da yüzlerce ve binlerce ve milyonlarca belki milyarlarca kişinin yaşamını karartacak son adımı atanlar mı? O son adımı karanlıkta gizlenerek ve çağdaş teknolojilerin önce insanlık ve umut, sonra evrensel bir mutluluk getirmesi beklenen mucize özelliklerinden yararlanarak adım adım planlayanlar mı? Bu planların yapılmasına yönelik kararları alarak stratejiler oluşturan, örgütler ve devletler kurup dağıtıp yıkan, gücünü artırmak için insanlığın tüm kazanımlarını ve başta kendi dışındakileri olmak üzere gerekirse dünya üzerindeki tüm yaşamları yok etmeyi göze alan gizli güçler mi? Bu stratejilerin başarıyla yürütülmesi için onların bir parçası olarak ya da olmayarak, bilerek ya da bilmeyerek destek verenler mi? Kendi yaşam düzenlerinin bozulmaması için iki yüzlü bir sabırla bekleyenler mi?

Yoksa tek sorumlu; cahil bırakıldığı halde cehaletten, yoksul bırakıldığı halde yoksulluktan kurtulmak için çaba harcamayı aklına bile getirmeyen; doğrudan aptal denerek ya da "Hiç bu yüce halk aptal olur mu pis aydınlar!" gibi boş sözler söylenerek sürekli ve daha da aptallaştırıldığı halde; kendisine verilmiş anlama ve değiştirme gücünü hiç kullanamayan zavallı halklar mıdır?

İnsanlığın uygarlık bahçelerini ayrık otları nasıl bu kadar kolay ve rahat kaplayabilmektedir? Büyük umutlarla girilmiş olan 21. yüzyılın bilgi ve ışık çağında, insanın tarih boyunca tanımlayıp betimlediği kötülük sembollerinin hepsinden, şeytandan bile daha kötü davranabilen yasa içi ve dışı yaratıklar nasıl böyle düşünebilmekte, harekete geçebilmekte, yıkabilmekte, öldürebilmekte yok edebilmekte ve gelişebilmektedir? Bu durum, uygarlığın mı yan etkisidir, eşit ve dengeli bir uygarlık kurulamamasının mı? Bu inanılmaz karanlıktan kurtulmanın bir yolu var mıdır?

Korkunç olaylar yaşanıyor. Bunların neler olduklarını söylemeyeceğim. Korkunç yorumlar da yapılıyor. Bunların da neler olduklarını söylemeyeceğim. Konuşanlar da dinleyenler de, binlerce yıldır gelişerek sürüp gelen geleneksel yöntemlerle veya 21. yüzyılın teknoloji harikası gelişmiş iletişim sistemi içinde haberleşerek; bilgi ve cehalet, düşünce ve bağnazlık, insanlık ve yobazlık, ışık ve karanlık, umut ve çaresizlik, çözüm ve yıkım, sevinç ve acı, özgürlük ve zindan, sevgi ve nefret, yaşam ve ölüm arasında gidip geliyorlar.

Ama galiba, bir "Vicdan Pusulası" bulunamazsa, insanlık gemisi özgürlük denizlerine giden yolculuğunu tamamlayamayacak. Rotası karanlık sulara dönecek. Bir buzdağına çarpmayacak. Kendi pisliğiyle çamurlaşan suların bataklığına gömülecek.

....

Son yıllarda yaşanan gelişmeleri, Türkiye'de ve dünyada hukuktan ve temel değerlerden, insanlığın yaşamsal ilkelerinden her gün biraz daha uzaklaşıldığını gördükçe şaşırıyor; hak ve özgürlüklerin varlığının ve korunmasının ne kadar önemli olduğunu düşünüyor; bu konudaki gerilemenin büyüttüğü risklerden korkuyor; yine de sorunların anayasa ve yasalarla, yönetmelik ve standartlarla, yazılar ve kitaplarla, resimler ve filmlerle, tüm olanaklardan yararlanarak geliştirilecek bir "başkalarını anlamayı ve yeni açılardan bakabilmeyi kolaylaştırma" ortamında çözülebileceğine inancımı koruyordum.

Ben olumlu bakmaya çalıştıkça sanki birileri ya "Bu kadar güvenme insanlara, onların ne kadar kötü olabileceklerini bilemezsin", ya da "Bu dünyada yaşayıp iki ayak üstünde dolaşan canlıların gerçekten insan olduğunu mu sanıyorsun?" dermiş gibi akıl almaz işler yapıyor, görebilen herkesin "Bu kadarını kim, nasıl, neye güvenerek yapabilir?" diye sormasına neden oluyorlardı.

Ne yazık ki, kimin neyi ne kadar göreceğine de onlar karar veriyorlardı. Gerçekleri aklında ve yüreğinde hissedenler, umutsuzluğun umuduyla sitem dolu acı şiirler yazıyorlardı.

Nazım'ın büyük bir sevgiyle "Akrep gibisin" diye seslendiği milyonların yaşam koşulları çok değişti. Ama galiba,"hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak kabahat senin, demeğe de dilim varmıyor ama kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!" siteminin geçerliliği sürüyor. (1)

....

Pusulası olmayan bir gemi, hiçbir yere gidemez.

Vicdanı olmayan bir toplum, başına isterse bir tanrı getirsin, çürüyüp yok olmaktan kurtulamaz.

Galiba işte tam da bu yüzden, 21. yüzyılın bu inanılmaz iletişim ve bilgi çağında akıl almaz bir hızla yükselen gericiliği, ırkçılığı, namussuzluğu, düşmanlığı, nefreti, bilinen ve henüz çıkar odaklarınca bulunamamış her türlü iğrenç kötülüğü durdurabilmek için pusulanın yeniden bulunması gerekiyor.

Turnusol kâğıdı bir sıvının asit mi, baz mı olduğunu gösterir. Kâğıdın rengi kırmızıya dönerse sıvı asittir, elini süreni yakar, mavi olursa zarar vermez.

Bu toprakların güzel insanlarının ne kadarı turnusol kâğıdının ne olduğunu bilir? Ne kadarı bilginin ve düşüncenin değerini anlamıştır, sorunlarını araştırarak çözmek ister? Ne kadarı başka birinin peşine koşulsuz takılırsa, yalnızca ve yalnızca, onun çıkarlarının emrettiği yöne gidilebileceğini görebilir? Ne kadarı yaşama yalnızca gerçekleri arayarak tutunabilme ayrıcalığına kavuşabilmiş, yalanlardan korunabilmiştir?

Kim bu toprakların güzel insanlarının iyi bir eğitim almasını, gelişmesini, zenginleşmesini, çağdaş bilginin ve değerlerin tüm olanaklarından yararlanmasını ister; kim onlara yalnızca ve yalnızca mevcut durumlara ve yoksulluklarına bilinmeyen bir geleceğe kadar katlanmaları gerektiğini söyleyerek uzak ve boş umutlar verir?

Kim yalnızca kendi sesinin duyulmasını ister ve diğer tüm sesleri ölümcül bir öfkeyle susturmaya kalkar? Kim en kötü koşullarda bile insanca bir sesin insanlara ulaşabilmesi için ölümü göze alır?

....

Seçimler de toplumların pusulaları mıdır?

Son yıllarda epey fazla seçim oldu. Türkiye daha iyi bir yola girebildi mi?

Bir yazıda sormuştum:

"12 Eylül 2014'te Türkiye'nin cumhurbaşkanı kim olacak?" (2)

1923'ten 2007'ye dek on cumhurbaşkanı görev yapmıştı. O yıl görevi bırakacak olan Abdullah Gül, on birinci cumhurbaşkanıydı. Değişimlerden, sorunlardan, umutlardan söz etmiştim:

"Bu dönemde dünya çok değişti. İkinci Dünya Savaşı, Amerika Birleşik Devletleri, NATO, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, Varşova Paktı, Çin Halk Cumhuriyeti yıllarındaki soğuk savaş, ABD'nin Vietnam, SSCB'nin Afganistan çıkmazları, duvarların yıkılması, yeni dengeler kurulması. Bunların hepsi bu dönemde gerçekleşti. Türkiye de iç ve dış koşulların etkisiyle birçok değişim yaşadı."

"Keşke özgürlük otobüsleri Türkiye'nin her yerine gidebilseydi. Aynı toprakları paylaşmanın gücü ve içtenlikleriyle birleşen tüm iyi insanlar, gerek duyan herkese ulaşabilseler, onların yanında olabilselerdi. Bağırıp çağırmak, oy istemek için değil, onların yaşamlarını gerçekten iyileştirmenin yolunu açmak için."

"Günümüz toplumları geleceği hızla tüketiyor. Yalnız çocuklarımızın değil, torunlarımızın kaynaklarını bile acımasızca kursağımıza indiriyoruz. 2023'leri, 2073'leri hedefleyen büyük projeler aslında sonumuzu getiriyor."

"Toplumlarda uçurumlar büyüyor. Çevreye ve evrensel değerlere duyarlı olabilme ayrıcalığına ulaşmış kesimlerle dışarıdakiler sanki ayrı dünyalarda yaşıyor."

"Toplumun her yanına ulaşacak gezici halk evleri projesi olabilir mi? Yemek de dağıtan, teknolojik ve sosyal eğitim veren, eğlendiren, beden ve ruh sağlığına, sanata katkısı olan, kadını ve erkeği aynı ilkelerde buluşturan gezici "Özgürlük Otobüsleri". Olabilir mi? Bir "Gezici Kent Enstitüleri" projesi? Altmış yıl sonrasıyla insanları oyalamak yerine, 2073'ten ve 2023'ten önce tamamlanmış olacak Avrupa Birliği Horizon 2020 Programı kapsamında bir proje hazırlayarak Türkiye'nin her yerini dünyanın en gelişmiş ve özgür topraklarına bağlayacak çalışmalar yapılabilir mi?"

Ahmet Kardam'ın "Batı’nın temsili demokrasilerinde seçimler yasama organlarına hangi partinin ne kadar temsilci sokacağını belirlemenin aracıdır" saptamasını aktarmış, cumhurbaşkanlığı seçiminin farklılığını, Türkiye'yi kimin temsil edeceği yetkisini hiçbir oy oranının tek başına veremeyeceğini, seçilecek kişinin bu topraklarda yaşayanların tümünü kucaklaması gerektiğini söylemiş, bir dilekte bulunmuştum:

"12 Eylül 2014'te Türkiye'nin 12 Eylül karanlıklarının kapanmış, özgürlüklerin ve güzel günlerin önünün açılmış olmasını diliyorum."

Türkiye'de 1982 ve sonrasında pek çok seçim oldu. Seçimlerin seçmenlerin özgür iradesini ne oranda yansıttığı, değişik zamanlarda tartışıldı. Güven veren bir sistem kurulamadı. Geniş bir uzlaşma, herkesin geleceğe güvenle bakacağı bir ortam sağlanamadı. Vicdan pusulasını yitirmemiş insanlar, ne yapacaklarını bilemediler.

Cunhurbaşkanlığı seçimlerinin kazananı 28 Ağustos 2014'te mazbatasını alıp, "milletin huzur ve refahı, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerinden yararlanması ülküsünden ayrılmayacağıma, Türkiye Cumhuriyetinin şan ve şerefini korumak, yüceltmek ve üzerime aldığım görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için bütün gücümle çalışacağıma Büyük Türk Milleti ve tarih huzurunda, namusum ve şerefim üzerine ant içerim” diyerek yemin etti.

Ama 12 Eylül 2014'te, Türkiye'nin cumhurbaşkanı hiç kimse olmadı.

Göreve başlayan kişi partisine ve Türkiye'ye yön vermeyi sürdürmek, başkan olmak istiyordu.

Peki bu durum, Türkiye'yi 12 Eylül karanlığından kurtarabilecek, aydınlık ve güzel bir geleceğin önünü açabilecek miydi?

....

SELİM'İN KÜÇÜK ÖYKÜLERİ (3)



HUKU'NUN ÖLÜMÜ

Huku'nun ölümünü anlatabilmek için önce doğumundan söz etmek gerek.

Başlangıçta evrenin tümü karmaşık bir kurallar gerçekliğiyle yönetiliyordu.

Günün birinde bir değişim başladı, toprağı ve gökyüzünü, insanları ve hayvanları, denizleri ve bulutları, çiçekleri ve ulu ağaçları yepyeni yasalar belirlemeye, geleceği çizmeye başladı.

Dünyanın şanslı bir yerinde yaşayanlar, karşılarında Huku'yu gördüler.

Onun kattığı güzellik, verdiği güven ve mutlulukla rahatladılar.

Huku, böyle doğdu.

Görevi insanların yaşamlarını ve özgürlüklerini korumak, aralarındaki ilişkileri düzenlemekti.

Sonra buna tüm canlılar ve doğanın çeşitliliği eklendi.

Öyle güzel bir yol açıldı ki, dünya küçüldü, gelecek yakınlaştı, yaşamak kolaylaştı.

Bu kolaylıkla güçlenenler, daha fazlasını istediler.

Huku önce sessizce, sonra ısrarla, sonra haykırarak karşı çıktı. "Bunu yapmayın" dedi. "Aydınlığın kurallarını unutursanız, karanlığa geri dönersiniz" dedi.

Güçlenenler artık hızlı büyüyemiyorlardı ama yine de çok güçlüydüler. "Biz karanlığı ve aydınlığı yaratacak ve yok edecek güçteyiz" dediler. "Sen kim oluyorsun?" diye yüklendiler Huku'nun üzerine.

Huku son sözünü fısıltıyla söylemişti. "Sizi doğanın yasalarıyla baş başa bırakıyorum."

Huku artık yoktu. Yerlerden ve göklerden, dağlardan ve denizlerden sesler yükseldi. İnsanların en güçlüsünün soluğu o anda tükendi. Bedeni acıyla titremeye başladı, gürültüyle yere yuvarlanıp toprağa karıştı. Diğerleri umutsuzlukla aramaya başladılar, yeniden bulmayı umdular Huku'yu.

Ama Huku artık yoktu. İşin kötü yanı, birlikte yaşamanın ve doğayı paylaşmanın güzelliğini hatırlayan kimse de kalmamıştı.



SOM ACI

Selim yeniden çocuk olmak, askerlerin ve polislerin halkı çok sevdiğine, ne pahasına olursa olsun koruyacağına inanabilmek istedi.

Büyük bir maden faciasından sonra, ilçe girişindeki tabelada nüfusa acı bir "eksi üç yüz" eklenmişken, insanların acısının su ve gazla boğulmak istenmesini anlayamıyor, kabullenemiyordu. Böyle bir yerde ve zamanda bile olağanüstü hal ve eylem yasağıyla sorun çözmeye çalışanlar, toplumda farklı sesler yükseldiğinde nerede duracaklarını bilebilir miydi?

"Polis özelleştirilmelidir" diye mırıldandı.

Verimli çalışmadığı için devlet işletmelerini satan yönetimler, güvenlik güçlerinin görevlerini gerektiği gibi yapmasını sağlayabiliyorlar mıydı? Yalnızca belirli kesimlerin değil, herkesin özgürlüğünü ve güvenliğini güvence altına alabiliyorlar mıydı? Yapılan yanlışlar denetlenebiliyor, hesabı sorulabiliyor muydu?

Belki de polis, toplumun tüm kesimlerinin uzlaşmayla belirlenecek oranlarda temsil edileceği bağımsız bir kurum olmalıydı.

Bankalarda ve okullarda özel güvenlik kurumları olabiliyorsa, diğer yerler için de bir genel güvenlik kurumu düşünülebilir miydi? Peki böyle bir yapı denetlenebilir miydi?

Selim, yakınlarda duyduğu bir örneği düşündü. Görevli oldukları kurumun güvenliğini sağlamak için değil, ellerindeki gücü kullanarak kendi çıkarlarını büyütmek için bir tür gizli yapıya dönüşmüş bir güvenlik şirketinden söz ediliyordu.

İşin içinden çıkamayınca, öyküsünü aklından sildi.



VİCDAN PUSULASI

Bu, hukuk temelinde yapılan bir başvuru değil.

Yürürlükteki ve her an torbalarla saçılan yenileriyle çoğalan yasalardaki, yasaları parçalayan yasa taklidi kararnamelerdeki çıkar incelikleriyle bir ilgisi yok.

Yalnızca insanlığın tarih boyunca yaşadığı acıların birazını olsun bilen bir yirmi birinci yüzyıl insanının, uygar bir hukuk devleti olması beklenen ve daha iyiye gitmek için hedefler koyduğu sanılan bir yerde, yaşanan acılara ve yönetim sorumluluğunu taşıyanların duyarsızlığına karşı sessiz bir itirazı.

Sorunları çözmesi ve acıları dindirmesi gerekenlerin; yaşananlara üzülmek, insanların yaralarını sarmak, korkunç olayların tekrarlanmaması için önlemler almak bir yana; ilkel bir öfkeyle ve kısa dönemli çıkarların kaygısıyla yeni karanlıklara yönelişlerinden yakınışı.

Evet, bu, insanlık katına, insanlık değerleri adına bir sesleniş. Yönetim sorumluluğu üstlenenlerin, insanların temel evrensel hak ve özgürlüklerinin, yaşam güvencelerinin korunması için zorunlu önlemleri almamaları nedeniyle yapılan bir suç duyurusu.

Bu, hukuk ve yasalar temelinde yapılan bir başvuru değil.

İnsanlık katına insanlık adına suç duyurusu.

"İnsanlar ölmüştür ve ölmektedir ve böyle giderse daha da çok ölmeye devam edecektir. Bedenler ve yaşamlar, çocuklar ve gelecek korunmalı, saldırganlık durdurulmalıdır. Ölümün sesi artık susmalıdır. Kan banyolarından değil; temiz suyun, verimli toprağın, gökyüzünün aydınlığının ve geleceğin korunmasından söz edilmelidir. Yaşamın şarkıları duyulmalı, seslerine kulak verilmelidir."

Bu, hukuk temelinde yapılan bir başvuru değildi. Bu, bir başvuru bile değildi, Selim'den başkasının duymayacağı hüzünlü bir şarkıydı. Düzen tutmayan bozuk sesiyle mırıldandığı, olmayan vicdanlar için bir pusula olabileceğini sanan bir "Suç Duyurusu".

....

12 Eylül 2017 Türkiye'sinde 12 Eylül karanlıklarının kapanmış, özgürlüklerin ve güzel günlerin önünün (2000'li yılların başlarında söz verilmiş olduğu gibi) artık açılmış olmasını diliyorum.

Yılın bu ilk yazısında, paylaşmak isteyenler için bir de "Vicdan Pusulası" ekliyorum. (4,5) Ama hukukun olmadığı bir dünyayı, hangi anayasa, hangi yasa, hangi pusula kurtarabilir?

Benim vicdan pusulam "Çürümeye hayır!" diyor. Artık daha fazla acı istemiyor. İnsanların öfkenin nefretin baskının zulmün düşmanlığın haksızlığın ölümün etkisinden ve dilinden kurtulmasını, dinlemeyi konuşmayı okumayı yazmayı anlamayı anlaşmayı sevmeyi yaşamayı gerçekten öğrenmesini, birbirlerine ve geleceğe güvenle bakabilmesini, çocukların oyun oynayıp şarkılar söyleyerek bilgi çağını yakalamasını, kendi değerlerini özgürce geliştirerek daha da ileriye gitmesini, yeni umutlar yaratmasını istiyor.

Sizin bir vicdan pusulanız var mı? Nasıl çalışıyor? O ne diyor?

1. Mehmet Arat, Dalgalarda Gezinen Bir Vatan Haini, http://dergisanat.blogspot.com.tr/2016/01/dalgalarda-gezinen-bir-vatan-haini.html
2. Mehmet Arat, Seçimler için Murphy Yasaları, http://radikalyazi.blogspot.com/2017/07/secimler-icin-murphy-yasalar.html, http://blog.radikal.com.tr/politika/secimler-icin-murphy-yasalari-68148
3. Mehmet Arat, Selim’in Küçük Öyküleri, https://www.facebook.com/mehmetarat2000X/photos/a.2055672671213670/2055672781213659/?type=3&theater, http://www.sanatlog.com/edebiyat/selimin-kucuk-oykuleri/

29 Ağustos 2019 Perşembe

Selim'in Küçük Öyküleri


İki bin on iki yılı, benim yeni bir dünyada yaşamaya başladığım yıldı. Nasıl olduysa, yazılmamış bir öykümden kaçan Selim de aynı zamanda geldi, Sima'yı buldu, öyküler yazmaya başladı. Yılı, "Yılın Son Günü" öyküsüyle bitirdi. (1)

Aradan yıllar geçti. Selim yazdığı öykülerin çoğunu bir yerde toplamıştı. Ama küçük öyküleri dağınıktı. Annesiyle ilgili bir öykü yazdığını biliyordum. (2) Onu bulmam zor olmadı. Diğerleri içinse biraz uğraşmam gerekti. Derleyebildiklerimi bir araya getirmek istedim. "Selim'in Küçük Öyküleri" böyle ortaya çıktı.

Bu zor ve gittikçe ağırlaşan koşullarda yeni bir yıla girerken, Sanatlog okurlarının da Selim'de kendilerine dost sesler bulmasını umarak, Selim'in Küçük Öyküleri'ni paylaşmak istedim.

....

Selim'in yazdığı ilk küçük öykünün hangisi olduğunu bilmiyorum. Ama onun yüreğinden kopup gelen ne varsa, hepsinin esinlerini perilerden aldığına ben de inanıyorum. Bu yüzden attığı ilk adım, yazdığı ilk satırlar, çağlar öncesinden gelen o büyülü dokuz peri olmalı. (3)

Sonrasında yazdıkları biraz dağınıktı, ben de pek fazla yoğunlaşamadım. Olabildiğince bulmaya, toplamaya, düzenlemeye çalıştım. Bazılarına kolay ulaştım, birkaçınıysa epey aramam gerekti. Pek bir değişiklik yapmadım, yapamadım. Elime geçtiği sırayla aktardım. Kuşkusuz sağda solda gizlenmiş, bulunmayı bekleyen başka küçük öyküleri de olabilir. Örneğin, hiç istemediği bir durumda kaldıktan sonra yazdığını sandığım şu söz, son anda karşıma çıktı:

YOK OLUŞ

Geçen hafta birisi beni öldürdü. Katilimi bulmak için tutabileceğim bir sanal detektif var mıydı, bilmiyorum ama insanların topluca katledildikleri bir dünyada kendi yok oluşumla uğraşmayı gereksiz buldum. (4)

Belki kendisi öyle düşünmemişti ama yazdıkları pek acı bir deneyimi yansıtan bir öykü gibi geldi bana. Aslında bu notu ilk bulduğumda hemen ona gitmek, konuşmak, hem onu rahatlatmak, hem de kendim rahat bir soluk almak istemiştim. Olmadı. O sıralar yine çok yoğundum. Yirmi birinci yüzyılın sistemin bir parçası olma ayrıcalığını elde etmiş bireylerinden birinin, kendisine ve yakınlarına ayıracak yeterli zamanı bulması beklenebilir mi?

Bunu da bir öykü olarak mı yazmıştı acaba?

Bilmiyorum. Ama Selim'in bulabildiğim tüm yazı parçalarına Selim'in Öyküleri'nde yer vermeye karar verdim. (5)

....

SELİM'İN KÜÇÜK ÖYKÜLERİ



UZAKLARDAKİ ATEŞ

Uzaklarda bir ateş yanıyordu. Herkes biliyordu ki günün birinde sönecekti. Yine de o kaçınılmaz sona dek onun içlerini ısıtmasını, çiçeklerin güzelliğini yumuşak bir ışıkla boyamasını istiyorlar, bu küçük sevinçlerde büyük mutluluklar buluyorlardı.



SAĞDAN SOLDAN

Bugün ne yaşarsam, nelere tanık olursam, hepsini ve bendeki tüm izlerini.

Küçücük bir öyküde toplayabilir miyim?

Sağdan, soldan, yukarıdan aşağıdan, önümden ve arkamdan, geçmişten ve gelecekten, ortadan bir günde. Bir merkez bulabilir miyim?

Yaşananları olduğu gibi, özgürce görebilir miyim? Yoksa artık yalnızca ve yalnızca uçlarda güçlenip aynı yalanları söyleyenlerin mi sesi duyulacak? Merkez silindi mi? Ortalar yok mu oldu? Artık yeniden ya efendi ya köle olmak mı gerekiyor? Özgür yaşamın sonu mu geldi?

Bir çıkış yolu bulabilir miyim? Başlangıcına kimi çağırabilirim? Merkezde çevreye bir çember çizebilir miyiz?

Bir halkanın sonu neresidir? O sonu hangi medya yazar?



SÖZ BÜYÜSÜ

Bir gücü var mıydı acaba sanatın? Sanatın? Bir gücü?

Sesler ve imgeler, hepsi ve her biri bir simge miydi? Görüntü ve sesler, imge ve simgeler, büyüleri...

Sanatın gücü, görüntü mü ses mi, imge mi simge mi, yoksa yalnızca ve bir tek gizli bir büyü müydü?

Hepsi birleşip coşunca ve coşkuyla yükselince yeni bir ışık mı oluyordu?

Sözün büyüsü müydü bu?

Tüm sesler ve ışıklar, renkler ve tonlar, görünmeyen ve hissedilmeyen tüm izler.

Hangi sözü söylüyordu?



ANAHTARLAR

Söylenecek sözler bitmişti. Yeni bir başlangıç yapmak gerekiyordu.

Gidilecek yer belirsizdi. Nasıl ve ne zaman olacağı bulutlu karanlıkların ardına gizlenmişti.

Söz sustu. Resim, heykel, karikatür, müzik ve edebiyat sessizliğe gömüldü. Sanki gidecek hiçbir yer kalmamıştı.

Sonra öyküler konuştu. Havada anahtarlar uçuştu. Doğanın ve yaşamın sesini duymak, duyurmak isteyenlere ulaştı. Resim olup tuvallerden gözlere, şarkı olup duyabilen yüreklere, ses olup düşünen vicdanlara taşındılar.

Anahtar öyküler bu dünyadan geçmiş milyarlarca insanın iziydi.

Yeni bir dil oldular.



YEŞİL İLE KIZIL

Yeşil ormanın, kızıl güneşin rengiydi.

Güneş milyarlarca yıldır parlıyordu. Orman? O kadar değil.

Kara, uzayın boşluğuydu.

Kızıl ile kara çatıştı. İnsanlar renkleri paylaştılar. Paylaşamadılar.

Kara, insanların kör inançlarıydı. Kızıl, güçtü, yönetmekti, kazanmaktı. Yüzyıllar geçti. Çağlar açıldı, kapandı. Bir tren küçük bir adadan yola çıktı. Dünyayı dolaşıp her yana ulaştı. Sonra mavi gezegen hızla kapanmaya, ışıkları örtülmeye başladı.

Kör inançların rengi değişti, yeşil oldu. Gücün rengi değişti. Yeşil oldu. Güçler çatıştılar. Çıkarlar korundular ve yok ettiler. İnsanlar büyük yokedişin aşamalarına adlar taktılar. "Bu kölecilik, bu feodalizm, bu kapitalizm, bu emperyalizm, bu sosyalizm, bu küreselleşme, bu yeni dünya düzeni" dediler.

Doğanın ve ona tutunmak isteyen insanın acıları değişmedi. Ürkek ve çaresiz, çevrelerine bakındılar. Denizlerin maviliğini, ormanların yeşilini, karların ve bulutların beyazlığını, toprağın kokusunu yeniden bulabilmek, hissetmek istediler.

Bayraklardaki renklere, yeşillere, kızıllara, karalara baktılar.

Hangi bayrak güneşin parlattığı bulutların renginin gücüne ulaşabilirdi? Dünyayı kaplayan büyük denizin maviliğine? Yüksek dağları örten karların beyazlığına? Göğe uzanan ağaçların yeşiline? Uzak yıldızların derin karanlıktaki ışıltılarının inceliğine?

Yeryüzündeki yeşilin, kızılın, siyahın ve uydurulan diğer tüm renklerin değerini, ancak kendi değersiz paraları ölçebilirdi.



KEDİ DİLİ

Dil, duyguları düşünceleri ve gerçekleri mi anlatır?

Yazılanlar ve söylenenler nereden gelir? Algılananlar nasıl bulunur?

Kedi dili, basın dili, yılan dili. Hangisi en doğruyu en güçlü anlatır, en büyük etkiyi yapar, umut olur, yaşama sevinci verir?

Dayanılmaz gerçekleri hangi dil anlatabilir?



BUZDAĞININ SONU

Buraya nasıl geldiğini kimse bilmiyordu. Gelmişlerdi işte.

Ne kadardır burada yaşadığını kimse bilmiyordu. Yaşıyorlardı işte.

Niçin başkalarına bu kadar uzak ve farklı olduğunu hiçbiri bilmiyordu. Uzaktılar, farklıydılar, birbirlerini sevmiyorlardı işte.

Yaşam sıkıcı ve yorucu, katlanması zor bir işti. Küçücük bir alanda, kendi güçlerine güvenerek yaşamak zorundaydılar.

Sıkıntı çekmiyorlardı. Üzerinde yaşadıkları küçücük buzdağı her istediklerini veriyordu.

Ama paylaşmayı bilmiyorlar, birbirlerini sevmiyorlar, hiç anlaşamıyorlardı. Buzdağının cömertçe verdiklerini bölüşürken çoğu kez çatışıyorlardı. Küçük sorunlar büyük savaşlara neden oluyordu. Küçücük adacıklarında bunca olay yaşanabilmesi şaşırtıcıydı. Böyle küçük bir yerde böylesine büyük kavgaların ve yeni kültürlerin ortaya çıkmış olmasına inanmak zordu.

Buraya nasıl geldiğini kimse bilmiyordu. Gelmişlerdi işte.

Ama burada kalamayacaklarını hepsi biliyordu. Umutsuz bir çaresizlikle başlarına gelecekleri kabul etmişlerdi.

Buzdağının sonu geliyordu. Erimesi artık kaçınılmazdı. Burada yaşayan bu küçücük topluluğun sonu da onunla birlikte gelecekti.

Bunu hatırladıkları anda, karşı tarafa daha büyük bir öfkeyle saldırarak kendilerini unutmaya çalışıyorlardı.



ŞANS

Yazmak onun için hep çok önemli olmuştu.

Yazmış, yazdıklarını beğendikçe mutlu olmuş, yeniden, daha çok yazmıştı.

Ama bir gün yazmış oldukları çok ağırlaşmış, yazamadıklarıyla birlikte onu da ezmeye başlamıştı. Yazdıklarından kurtulması gerekiyordu.

Yayınevlerinin peşine düştü. Tatlı düşü karabasana dönüşmüştü. Kapının her kapanışında varlığı biraz daha eksildi. Tükeniyordu, ölüyordu. Sonunda şans yüzüne güldü. Başarıyı hızla tattı. Kitabı artık her yerdeydi. Sevinç içinde kendini sokağa, caddelere, insanların arasına attı. Yaşama gücünü yeniden bulmuştu.

Bu sırada, karşıdan gelen birinin elinde, tanıdık bir yüz olduğunu gördü. Dört bir yana yayılmış okurlarından birinin elindeki kitabının arkasındaki fotoğrafıydı bu. Sevinç içinde ve gururla yürümeye başladığında okurunun da onu gördüğünü anladı.

Bir patlama sesiyle yere yıkılırken duyduğu son ses, hiç tanımadığı birinin elindeki silahtan çıkmıştı.



TOPRAĞIN ÖCÜ

"Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker."

Cansız bedeni toprakta kıpırdadı. Ne kadardır buradaydı? Yukarıda, bulutların üzerinde dalgalanan kırmızılı kumaş parçasına baktı.

"Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır."

Toprağın altında tohumdan çok, kendisi gibi erken girmiş arkadaşı olduğunu düşündü.

"Toprak uğrunda ölen varsa vatandır."

Gömüldüğü karanlıktan vatanı görmeye çalıştı. Çiftlikleri, dev üretim ve tüketim merkezlerini, beton blokların soğukluğuyla yükselmiş ölü yaşam alanlarını seçebildi.

"Bunlar için mi girdik toprağın altına?" diye sordu.

Bir fısıltı duyuldu. "Demek sonunda anladın kimin dost olduğunu."

Bir kıpırtı oldu. Biraz daha derine indi. Bir gürültü, çatlama sesleri duyuldu.

Taş taş üstünde kalmıyor, hep birlikte toprağa karışıyor, ufalanıp aynılaşıyorlardı.

"Benim sadık yarim kara topraktır."

Son seslerin ardından bu sözlerle başladı büyük sessizlik.



GÜZEL BİR SON

Patlayıp ölmek için yaratıldığımı ne zaman anlamıştım? Bilmiyorum.

Neredeydim, kiminle ve kimlerleydim, o andan sonra neler yaşamıştım, başımdan neler geçmişti ve neleri hiç yaşayamamıştım? Bilmiyordum.

Beni ve benimle birlikte tüm izleri yok edecek büyük patlamanın gelmesini önleyebilir miydim? Bilmiyordum.

Bu patlama varlığını bilmediğim ve ulaşamadığım bir bilinçaltında yaşadığımız evrenin başlangıcı olarak inanılan, görülen ya da ispatlanan büyük bir patlamayla ilgili olabilir miydi? Bilmiyordum.

Yalnızca acı çekmeyeceğimi, değersiz geçmişimin ve tüm acılarımın bir anda silineceğini, sonra yeniden ve bambaşka biri olarak yepyeni ve güzel bir dünyada doğacağımı düşünüyordum. Buna inanıyordum.

Yaşadığım yıllarda görüp tanık olduğum hiçbir gerçeğe inanmadığım kadar.

Böyle güzel, böyle inanılmaz bir sonu benden kim çalabilirdi? Annelerinin kucağında ağlayan bebekler, sevgilisine sarılmış kızlar, babalarıyla balık tutan gençler mi?

Son anda göz göze geldiğimiz, "Niçin daha önce görmedim böyle bakan birini?" diye aklımdan geçirdiğim güzel yüz bile beni durdurmayı başaramadı.



DİŞI

En doğru düşüncenin, en haklı inanışın, en yüce değerlerin kendilerinde, yalnız kendi köklerinden gelip aynı inancı en sorgulamaz biçimde benimseyen bu harekette olduğuna inanıyorlardı.

Kör bağlılıkları onlara güç verdi. Büyüdüler, geliştiler, çoğaldılar, yayıldılar, yaşadıkları toprakları kapladılar, kendileri dışındakilere korku saldılar, diğer yaşam izlerini neredeyse tümüyle sildiler.

Bir gün daha kör ve saldırgan bir inançla karşılaşınca hiç şaşırmadılar, kendilerine katılmamış birkaç kişiye "Bakın bizden kötüsü de var, sizi onlardan korumak için buradayız" dediler.

Önce bu DİŞİ'nin ne olduğunu anlamadılar, korunabileceklerini ve kendilerine bağlayabileceklerini sandılar. Oysa DİŞİ'nin gücü hızla arttı. Onlara yöneldi, üstlerine geldi.

Kör inançlarına karşın korktular. Bu yeni örgüt onları, yalnız onları hedef alıyordu. DİŞI, "Değersiz İnançların Şuursuz Irmağı".



İKİ KADIN

Bugün iki kadın gördüm.

Konuşuyorlardı.

Birinin başı örtülü, diğerinin açıktı.

Biri genç, biri yaşlıydı.

Genç görüyor, yaşlı görmüyordu.

Genç kaygılı, yaşlı mutluydu. Gencin yüzü kararmış, yaşlınınki aydınlıktı.

Konuşuyorlardı, konuşurken gülüyorlardı.

Yaşam geçmiş miydi, bugün müydü, gelecek miydi?

Yollarımız ayrıldı. Üç ayrı dünyaya döndük.



KARABASAN

"Uyandım. Karanlığı fark ettim önce. Sonra yanımda olmadığını. Sonra hiçbir zaman yanımda olmamış olduğunu. Sonra hiç olmadığını. Uyumaya çalıştım. Olmadı. Uyanmaya çalıştım. Olmadı. Uyanık bir kâbusun içindeydim. Dünya bir karabasandı. Yaşamım ölümdü."

Selim yine ağlıyordu, yine ağlıyordu, yine ağlıyordu.

"Geçmişim yok, geleceğim yok, ben yokum."

Vicdansız bir toplumun vicdanı olunabilir miydi?

Yaşananlara inanamıyor, olup bitenlere kahroluyordu. Dayanamıyor, çaresizlikten ölüyordu. Çocukların gözyaşlarını yüreğinde hissediyordu. Ölümler birer kor gibi içini yakıyordu.

"Büyümeyi öğrenemedim. Büyümeye katlanamadım. Büyüyerek yaşayamadım."

Selim ağlıyordu. Birdenbire radyoda başlayan çocuk şarkısına dayanamamıştı, içinde biriken ne varsa gözlerinden akmaya başlamıştı.

"Keşke gücüm olsaydı" dedi. Tekrarladı, "keşke gücüm olsaydı." Tekrarladı, tekrarladı, haykırdı.

Yine sözcüklere sığındı.



İNSANLAR İYİ

Sokakta dolaşırken gördüğüm yüzlere bakıyorum, kimi üzgün, kimi neşeli; acılı, kaygılı, umutlu, coşkulu, iyimser, kuşkulu, karamsar ve kimi sözlerle anlatılamayacak kadar karmaşık duygular içinde yüzlerce, binlerce, on binlerce insan. Bu toprakların güzel insanları.

Bir insan yaşamı boyunca kaç yüz görür? Kaç yüzü gerçekten tanır? Kaçına inanıp bağlanır, peşinden gider? Kaçıyla tüm bir yaşamı birlikte geçirmeyi düşünür, bunu gerçekten ister, çok ister, ölesiye ister, öldüresiye ister?

İnsanlar iyi.

Yaşamaya, kendilerinin ve sevdiklerinin bugünlerini, yarınlarını korumaya çalışıyorlar. Yalnızken kimse bir başkasına zarar vermeyi düşünmüyor. Yalnızca kendilerine sığınıp güven duyacakları bir alan bulmak, doğanın verdiği tatları yaşamak, rahat etmek, mutlu olmak istiyorlar.

İnsanlar iyi.

Peki tüm bu kötülükleri kim yapıyor? Kim bebeklerin üzerinden tankla geçmeyi, çocuklara tecavüz etmeyi düşünecek kadar acımasız olabilir? Kim insanları yakmakta, kafalarını kesmekte, onlara işkence etmekte, çıplak bedenleri canlıyken ve öldürdükten sonra sürükleyip teşhir etmekte sakınca görmeyebilir? Kim, suçlu suçsuz haklı haksız genç yaşlı bebek çocuk kadın erkek dost düşman, kim olduklarını ve geride kimlerde ne acılar bırakacaklarını aklına bile getirmeden insanları topluca öldürebilir? Kim insanları yaşadıkları topraklardan, tüm canlıları dünyadaki yaşam alanlarından uzaklaştırıp bilinmeyen bir karanlığa göndermeyi göze alabilir?

İnsanlar iyi.

Peki tüm bu kötülükleri kim yapıyor?

....

Selim uzun süredir yaşarken, gazete okurken, televizyon izlerken, haber ve yorumlara bakarken büyük, dayanılmaz bir acı çekiyordu. Gördüklerine inanamıyordu. Tüm bunlar, hele böyle bir çağda, insanlığın geçmişte büyük acılar çekerek ulaşabildiği 21. yüzyılda nasıl yaşanabiliyordu?

Kendini inandırmak ister gibi mırıldandı. İnsanlar iyi. Tekrarladı. İnsanlar iyi. İnsanlar iyi. Bağırdı. İnsanlar iyi. İnsanlar iyi. İnsanlar iyi. Daha çok bağırdı. İnsanlar iyi. Susmadan, ara vermeden, sesi kısılana kadar bağırdı.



KÂĞIT MENDİL

(Selim'in küçük öykülerinden biri, nasıl olduysa, Sanatlog'daki yazılardan birine (6) girmiş. Son öykü de o olsun.)

Kâğıt Mendil

Yaşamı boyunca hep kaçmıştı, son anlarında yine kaçmaya çalışmıştı. Güvenebileceği, sığınabileceği, saklanabileceği tek bir kapı bulamamıştı. Gençliğini çocukluğunda yitirmiş, düşünebildiği en büyük yaşın yorgunluğuyla on yedisinde gidiyordu. Kurtulmak için ölüm tüccarlarının peşine takılmayacaktı. Yalanların arasına gömülmeyecekti. Korkunç bir gaddarlığın parçası olmayacaktı. Bebeklere, çocuklara, kadınlara, gençlere, hiçbir insana zarar vermeyecekti.

Ölmek üzereydi. Sımsıkı kapalı yumruğunu açtı. Beklenmedik ziyaretçisiyle son ve ölümcül konuşmasını yapmak için çalıştığı atölyenin kapısından çıkarken yağlı avucunu temizlemiş olduğu kâğıt mendil rüzgârla sürüklendi. Nereye gideceğini bilmeyen bir kuş gibi çevresinde uçtu, dönüp durdu.

4. Mehmet Arat, Met'in Teni (Tam Metin), https://www.facebook.com/mehmetarat2000X/photos/a.1699836773463930/2440330026081264/?type=3&theater, http://www.sanatlog.com/edebiyat/metin-teni-tam-metin/

24 Ağustos 2019 Cumartesi

Sıcak Bir Yaz, Yeni Bir Sayfa


Sıcak bir yaz geçmiş, İspanya'ya hiç gitmeden İspanya'da bir gezintiyi, İspanya bahçelerindeki bir gecenin müziğini yazmıştım. (1)

Son yıllarda yazlar hep sıcak geçiyor. Küresel ısınmanın mı, küreselleşmenin mi etkisi? Hava da, yaşam da ısındıkça ısınıyor. Bu yaz da öncekileri aratmadı.

"2016 yazında artık asla olmayacağı sanılan bir kalkışma yaşandı. Darbe girişimi oldu. 15-16 Temmuz arasında Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde kendilerini “Yurtta Sulh Konseyi” olarak tanımlayan bir grup asker, bir askerî darbe girişimi gerçekleştirdi." (2)

Şaşırtıcı ama iletişim kanallarının artması, ışık hızıyla bağlanmak, bilgiye ve düşünceye kolayca ulaşabilmek insanları pek de yakınlaştırmıyor. Gerçekleri görmelerini, daha iyinin yollarını aramalarını, kendi geleceklerini korumalarını sağlayamıyor. Öfkeli ve kısır tartışmalar, nefret ve uçurumlar yükseliyor. Umutlar çoğu kez boşa çıkıyor. Yeni bir sayfa açacaklarını söyleyerek gelenler bambaşka yollara sapıyorlar. Geçmişin derinliklerinden gelen karanlığı ve bağnazlığı sonsuza dek yaşatmayı, çıkarlarını korumanın ve ayakta kalmanın tek yolu olarak görüyorlar.

Sıcak günler, sıcak aylar, sıcak yazlar, sıcak yıllar geçiyor. Yeni sayfalar açılamıyor.

Güzel günler bir türlü gelmiyor, "insanlar ellerini korkmadan düşünmeden birbirlerinin ellerine bırakarak, yıldızlara bakarak: "Yaşamak ne güzel şey!" diyemiyorlar. "Topraktan ateşten ve denizden doğanların en mükemmeli" bir türlü doğamıyor.

Hakan Bilge, Luis Bunuel'in "Burjuvazinin Gizemli Çekiciliği" filmiyle ilgili bir yazısında 1970'lerin başlarıyla ilgili güzel bir özet vermiş:

"Filmin yapım yılı olan 1972’yi özellikle anarak başlamak istiyorum. O dönemi şöyle kısaca bir gözden geçirmek yararlı olabilir: ‘68 kuşağının yankılarının sürdüğü, Amerika’nın Vietnam’da katliamlar yapmaya devam ettiği, ekonomik yapının post-endüstriyel evreye denk geldiği, Soğuk Savaş’ın olanca hararetiyle dünyayı kasıp kavurduğu, sinemanın ise yeni atılımlarla karşı karşıya olduğu bir ‘cadı kazanı’. Bir yanda Amerikan sineması Stanley Kubrick, Robert Altman, Arthur Penn, Sam Peckinpah ile doruğa çıkıp içerik olarak yenilenirken, bir yanda da Avrupa’da Jean-Luc Godard’ın başını çektiği Yeni Dalga (Nouvelle Vague) hareketi sinemayı deyim yerindeyse çalkalamaktadır. Siyasi komplo filmleri, Sydney Pollack ve Alan Pakula’da yankısını bulurken, bir metafor ya da bir kaçış olarak addedilebilecek felaket filmleri furyası da bu dönemde başlayacaktır." (3)

Sonra "ya burjuva ahlakı, onun kültürel yapısı, lümpen hayat, dinsel motifler?" diye sorarak Bunuel’in filmini anlatmış:

"Kimler yok ki orada: Gençlik hareketlerini baltalayan kodaman zenginler, işkenceyi rutin müesseselerin doğal bir parçası haline getiren gardiyanlar, askeri mecranın yüksek rütbeli subayları, içki markalarını adları gibi ezberleyen makyajlı ve pomadalı, üstelik kocalarını aldatan geveze kadınlar..." (3)

Konuyu bir alıntıyla bağlamış:

Burjuvazi... insanla insan arasında, çıplak çıkardan, katı ‘nakit ödeme’den başka hiçbir bağ bırakmadı. Dinsel tutkuların, şövalyece coşkunun, dar kafalı duygusallığın ilahi vecde gelmelerini, bencil hesapların buzlu sularında boğdu. Kişisel onuru, değişim-değerine indirgedi ve sayısız tasdikli kazanılmış özgürlüklerin yerine, o tek insafsız özgürlüğü, ticaret özgürlüğünü koydu. Tek sözcükle dinsel ve siyasal düşlerle perdelenmiş sömürünün yerine açık, utanmaz, dolaysız ve yalın sömürüyü koydu.” (3)

Şaşırtıcı olan tüm değerlerin değişim piyasasında işlem görmeyi sürdürmeleri midir, bilginin ve düşüncenin ışık hızıyla akmasına karşın insanın kişisel onurun ve vicdenın yaşamdaki önemini anlamayı bir türlü becerememesi midir?

....

Türkiye ve dünya yeni bir sayfayı açmayı ne zaman başaracak bilemiyorum ama bu yaz, yaprakları ve dallarıyla çok uzun süredir uğraştığım sayfalar, “2000+X” bir kitaba dönüştü. (4,5) Kitap, bu yıl otuz beşinci yaşını kutlamaya hazırlanan ve 12-20 Kasım 2016 tarihleri arasında yapılacak olan İstanbul Kitap Fuarı'nda (6), Kanguru Yayınları (7) kitapları arasında yer alacak.

Biraz kısa bir yazı oldu ama bazen susmak konuşmaktan daha etkili olabiliyor. Normalde asla yaşanmaması gereken akıl almaz olayların ve davranış biçimlerinin günlük yaşamlarımızın dayatılan bir parçası olduğu koşullarda, doğru sözleri bulmak zorlaşıyor.

Yazıyı kitaptan bir alıntıyla bitireyim:

Tarihteki çarpıtılmış bilgiler de gerçeği verecek bulmacanın çözümünü kendi içlerinde taşıyorlardı mutlaka.”


2. Mehmet Arat, Eşsiz Bir Okuma Serüveni: Gülün Adı, https://www.facebook.com/mehmetarat2000X/photos/a.1699836773463930/2453730054741261/?type=3&theater, https://bilimsanati.blogspot.com/2019/08/essiz-bir-okuma-seruveni-gulun-ad.html, http://www.sanatlog.com/edebiyat/essiz-bir-okuma-seruveni-gulun-adi/
3. Hakan Bilge, Kuşbakışı Burjuvazinin Gizemli Çekiciliği (1972, Luis Bunuel), http://www.sanatlog.com/sanat/kusbakisi-burjuvazinin-gizemli-cekiciligi-1972-luis-bunuel/
4. Mehmet Arat, 2000+X "Uzun Bir Arayışın Kısa Öyküsü", Kanguru Yayınları, Eylül 2016, https://www.kitabinabak.com/kitap/2000-x--mehmet-arat--kanguru-yayinlari--kbk--9786051750842
6. 35. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı, 12 - 20 Kasım 2016, http://tuyap.com.tr/fuarlar/35-uluslararasi-istanbul-kita-fuari#fuar-profili
7. Kanguru Yayınları, https://www.facebook.com/kanguruyayinlari, https://www.kanguruyayinlari.com.tr/, http://kanguruyayinlari.com/

Eşsiz Bir Okuma Serüveni: Gülün Adı


Epey uzun zaman önce, yeni olmayan ama daha çok uzun süre güncelliğini koruyabilecek bir kitapla ilgili yazmak üzere bir not almıştım.

16 Mayıs 2015'te "Gerçeğin Yalanı" diyen bir yazım da şöyle bitiyordu:

"Gerçeğin adı hangi dildedir? Peki gülün adı?" (1)

Yanıtı o kitapla ilgili yazacağım yazının girişinde vermeyi planlamıştım. En azından benim için ve şimdilik, gülün adının İtalyanca olduğunu söyleyecektim.

Ne yazık ki zaman yine benden hızlı davrandı. Ben henüz notlarımı bile toparlayamadan "Gülün Adı" aramızdan ayrıldı.

Umberto Eco artık yok.

....

Bir zamanlar yazları canım sıkılırdı. Uzun tatil ayları boyunca, oynanacak oyunlar, okunacak kitaplar bittiğinde yapacak bir şey bulamaz, "Canım sıkılıyor" diye sızlanmaya başlardım. Radyo yayını bile kesintisiz değildi. Televizyonu olanların sayısı, siyah beyaz yapılan görüntülü yayınların eriştiği yerler çok azdı, yayınların süresi kısaydı. Sonra televizyon yayınları gelişmeye başladı. 1972 Münih Olimpiyatları, 1974 Dünya Kupası canlı yayınlandı. Herkesi ekran başına toplayan Görevimiz Tehlike, Uzay Yolu ve Kaçak gibi diziler başladı.

Bir gün canım sıkıldığı için sızlandığım o dönemleri özleyebileceğim hiç aklıma gelmezdi. Ben büyüdüğüm için mi, dünya değiştiği için mi bilmiyorum, yaşam sürekli hızlandı. Sorumluluklar ve yapılması gereken işler hep çoğaldı. Riskler, belirsizlikler, korkular büyüdü. Yalnızca son üç yıla bakınca bile yaşananların ne kadar dengesiz aktığı görülüyor.

6 Haziran 2014'te "Acı Kayıt" diyerek bu dönemin ilk yılında yaşananlardan söz etmiştim. Yaşananlar daha sonra da ister istemez yazılarıma yansıdı. Yakınlarda ölüm acısı yaşayan birisi başka konulardan söz etse bile gözlerindeki kederi gizleyebilir mi? Ne yazık ki son yıllarımız hep büyüyen acılarla geçti.

"Soma’da yaşananlar tarihte acı kayıtlar olarak yerini alacak. Olayın gerçekleri ve sorumlular şimdilik kayıtsız olsa bile, olup bitenler önce o çağdışı karanlık çukurdan kurtulabilenlerin, sonra yakınlarının, sonra ışık hızıyla dağılıp yayılan bilgiyle tüm dünyanın bilincine kazındı. Kişisel ve toplumsal belleklerin silinmez bir kaydı oldu."

"Ne yazık ki yaşamlarımızdan acı kayıtlar eksik olmuyor. Soma acısı sürerken Gezi Parkı olaylarının yıldönümü geldi. Başta Taksim, Türkiye yeniden toz bulutlarına büründü. Temel haklarını kullanarak yürüyüp açıklama yapmak isteyenler engellendi. Yeni acılar yaşanma korkusu arttı."

Taksim’deki bir park, toprağa ve yaşama sarılmanın, ayağa kalkmanın simgesi oldu. İnsanların birbirini anlayıp kucaklaması, öfkeli saldırıları sevgiyle püskürtebilmesi, doğanın uyumlu parçaları olup yaşama sarılabilmeleri için güç verdi, umut ışıkları yaktı, kentlerin boğulduğu gaz bulutlarının içinde ‘Bağzı Şeylere Öyküler’ yazıldı.”

"Türkiye geneline yayılan ve büyüdükçe akıl almaz bir saldırıyla karşılaşan Gezi direnişi, 27 Mayıs 2013’te parka ilk giden 30 kişilik grubun nöbetiyle başlamıştı. Büyük acılar yaşandı. Uluslararası Af Örgütü’nün Ekim 2013 tarihli raporunda Türkiye yetkililerinin Gezi Parkı eylemlerine gösterdiği aşırı tepkinin hem Türkiye içinde hem de ülke dışındaki birçok kişiyi şoka uğrattığı belirtiliyor." (2)

"21 Mart 2013’te Diyarbakır’da yeni bir resim çizildi. Uzak gibi görünen çözümlerin çok yakına gelebileceği, barışın, kardeşliğin, anlayışın, dostluğun, sevginin gücünün yükselebileceği düşünüldü. Derin devlet yüzeye çıkabilir, barışa, insana, halklarına dost olabilir miydi?"

"Mayısta rüzgârın yönü döndü. Taksim yine bir barış alanı olabilecekken, anlaşılmayan bir nedenle kent yaşamını durduran ve her yanı gaza boğan engellemeyle gözyaşı ve acı içinde kalmıştı."

"7 Haziran 2015 seçimleri toplumsal bir uzlaşma, tüm kesimleri kucaklama, daha iyi bir yolda hep birlikte yürüyebilme için tarihi bir barış fırsatı vermişti. Bunun değerlendirilmesi bir yana, acımasız bir çatışma ortamı adım adım getirildi."

Gelişmeler daha iyi günler getirmedi. 10 Ekim 2015’te Ankara’da gerçekleşen patlamayla korkunç bir katliam yaşandı. Gerçeğin katledilmesi yaraları derinleştirdi.

"Bu toprakların en güzel, en üretken, insana ve yaşama en çok sahip çıkan insanları daha kötüye gidilmemesi, barışa güçlü bir destek verilmesi için 10 Ekim 2015’te Ankara’da yapılacak mitingi düzenlediler."

"Sonra… Sonra hiçbir şey olmadı. İki canlı bomba ellerini kollarını sallayarak buluşma alanına ulaşmadı, binlerce kişinin arasında, ölüm saçmadı. Kimse ölmedi. Onlar yaşıyor." (3)

Ne yazık ki savaş çığlıkları daha da yükseldi.

"Savaşın çığlıklarını duyabilenler zaten duyuyor. Kulakları sağır olurcasına, yürekleri parçalanırcasına, tüm bedenleri yiten her canla biraz daha soğurcasına, yaralanıyor, tükeniyor, yaşarken ölümle doluyorlar."

Savaşın çığlıklarına uzak olanlar ölenlerin gerçek insanlar olduğunu, her birinin yıkılmış anneleri, babaları, kardeşleri, eşleri, çocukları, dostları, sevdikleri ve sevenleri olduğunu anlayabildi mi? Bir ölümün binlerce acı yarattığını, bir yaranın binlerce başka yara açtığını?” (4)

Tüm bunlar yetmiyormuş gibi, 2016 yazında artık asla olmayacağı sanılan bir kalkışma yaşandı. Darbe girişimi oldu. 15-16 Temmuz arasında Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde kendilerini “Yurtta Sulh Konseyi” olarak tanımlayan bir grup asker, bir askerî darbe girişimi gerçekleştirdi.

Bu yazıyı yazdığım sıralarda "15 Temmuz darbe direnişi film oluyor" başlıklı bir haber gördüm. Bir gazetenin magazin haberleri bölümünde, "Keyif Haberleri" başlığı altında verilmişti:

"15 Temmuz darbe direnişi film oluyor. Yeşim Salkım, Orhan Kılıç, Orhan Milli, Gizem Salkım gibi oyuncuların rol alacağı "Bordo Bereliler 15 Temmuz Kan Uykusu" filminde bordo berelilerin darbe girişimine direnişi anlatılacak." (5)

Şarkıcı ve oyuncu Yeşim Salkım, Anadolu Ajansı muhabirine yaptığı açıklamada, "Bordo Bereliler 15 Temmuz Kan Uykusu" filminde, yakın arkadaşı Orhan Kılıç ve kızı Gizem Salkım'la oynamaktan büyük mutluluk duyduğunu, rolü heyecanla kabul ettiğini söylemiş. "Ülkede çok karışık şeyler oluyor, güneydoğuda, doğuda, kuzeyde, Irak, Suriye gibi yerlerde çok acı şeyler yaşanıyor. Askerlerimizi bekleyen eşleri, anneleri, yavukluları, sevdikleri, yetim kalan çocukları var, o kadınlardan birini oynamayı çok istedim. Bu yüzden rolü kabul ettim" demiş.

Türkiye'de gerçekten karışık, anlaşılması zor, ürkütücü, umut kırıcı gelişmeler yaşanıyor. Toplumsal sistemi bir otobüse benzetecek olursak, bu aracın gidebilmesi ve içindekileri bir yere götürebilmesi için dört tekerleğinin üzerinde yol alması gerekir. Bu dört ana dayanak ister yasama, yürütme, yargı ve basın olarak düşünülsün, ister mecliste grubu olan dört partinin temsil ettiği güçler olarak ele alınsın; sağlıklı bir yön bularak gerekli adımların atılabilmesi için öncelikle otobüsün tekerleklerinin yere sağlam basması gerektiği görülüyor.

Antonio Salieri'nin Yunan mitolojisine ve karakterlerine dayanan operası Les Danaïdes'de, Danaus'un kızlarının Hades'in yeraltı dünyasından kurtulmak için su getirip yıkanmaları gerekiyormuş. Ama suyu taşıyacakları kap delik deşikmiş. Böylece Danaidler ve babaları Danaus bu sonsuz döngüden kurtulamayor, acılar içinde hep orada kalıyorlarmuş. (6)

Otobüsün gidebilmesi, geminin yüzebilmesi için ne yapılabilir? Tekerlekler sökülüyorsa, gemi su alırken içeriye dolan suyu boşaltacak kovalar da delik deşik ediliyorsa; yine de bir çözüm bulunabilir mi?

....

Umberto Eco'ya Gülün Adı'nı yazdığı için bir gül veren kaç kişi olmuştur?

Artık bir başkasına gül vermek çok kolay. İnternet üzerinden bir çiçekçiye ulaştığınız anda dünyanın herhangi bir yerine, gerçek bir gül gönderebiliyorsunuz. Bilgisayar dünyasında yaşayan bir gülü bulup göndermekse çok daha kolay. Sonsuz seçenek arasından sizi ve göndereceğiniz kişiyi en çok birbirine bağlayacağını düşündüğünüz düzenlemeyi seçip kısa bir not yazınca gül canlanıyor, tatlı bir müzikle dans etmeye başlıyor, ekranları okyanusları aşıp dünyayı kaç kez dolaşıp sizin için çok özel o kişinin ekranından yüreğine düşüyor.

Umberto Eco'ya Gülün Adı'nda diken gördüğü için kaç kişi kızıp eleştirisini bildirmiştir?

Artık tepki göstermek kolay. Mesajlarla, imza kampanyalarıyla eleştiriler iletilebiliyor.

Peki Umberto Eco'ya Gülün Adı'nı yazdığı için, bununla yetinmeyip öfkeyle saldıranlar da olmuş mudur?

Bilgi cehaleti yenebilir, düşünceyi ve tartışmayı kendi düzeyine çıkarabilir mi?

Yoksa kör inançlar vahşi çıkarları beslediği sürece; bir güçle desteklenmeyen bilgi hep korunmasız, bıçak sırtında mı olacaktır?

....

Adso'yu okuyan Daso'nun öyküsü.

"Efendimizin, bilginin ve erkin evrensel diliyle kendilerini dile getirme yeteneği bağışlamadığı basit insanların kaba sözcükleri" neyi tanımlar? (7)

Daso, yaşadığı çağdan yüzlerce yıl önce geçen öyküden çok etkilenmişti. Adı olmayan bir kıza, geleceği olmayan bir aşkla bağlanıyor, inanılmaz bir haz alıyor, akıl almaz bir acı çekiyordu Adso.

21. yüzyılda da var mıydı büyücüler? Ya da insanlıkla yaşam arasında duvarlar ve cehennmem ateşleriyle korunmuş uçurumlar? Yaşamlarını bu sistemi ölümsüzleştirmeye adayan Ubertino'lar?

"Eğer ona bakıyor ve istek duyuyorsan, bu bile yeter onun büyücü olmasına."

"Bedenin güzelliği deriyle sınırlıdır."

"Bütün bu güzellik, balgam, kan, sıvı ve safradan oluşur."

"O gübreyle dolu çuvalı nasıl kucaklamak isteyebiliriz?"

Daso'nun içinden de en az Adso kadar kusmak geliyordu. Adı olmayan kızlar daha kaç kez yakılacaktı? 21. yüzyılın korunmasız gençlerini büyücülükle suçlayan saldırganlar, güçlerini daha ne kadar koruyacaklardı? Güzellik ve toplum daha ne kadar birbirinden böyle uzak tutulacaktı?

Daso yeni bir öykü yazdı.

Adso kızı elinden tuttu. Koşmaya, kaçmaya başladılar. Ubertino'nun sözlerinin iğrenç kokusu geride kaldı.

William artık yoktu. Tüm bildiklerini aktarmış ve dingin bir huzurla gitmişti. "Az sonra o kıza işkence yapılacak, sonra da yakılacak" dememişti. Geride yeni bir Adso kalmıştı.

Geleceği Adso'nun sözleri çiziyor.

"O sabah kızdan hiçbir şey istemiyordum, yalnızca onun iyiliğini istiyordum ve onun, bir parça yiyecek karşılığında kendini vermeye iten acımasız zorunluluktan kurtulup mutlu olmasını diliyordum."

Bir mucize oluyor. Adso "yaşamının biricik dünyasal aşkının adını" öğreniyor. Adı gülden güzel olan kız yakılmıyor.

Kızın göğüsleri iki geyiğe, zambakların arasında otlayan ikiz karıncalara benziyor. Adso kendini onun bedeninde buluyor. İğrenç kokular, işkence ve ateş siliniyor. Sevgi kalıyor.

....

Roberto'nun yardımcısı.

"Roberto'nun bir yardımcısı vardı, sonra öldü; onun yerine Malachi atandı; çok gençti o zaman. Birçokları onun hiçbir erdemi olmadığını, Yunanca ve Arapça bilir geçindiğini, ama bunun doğru olmadığını, o dillerde yazılmış el yazmalarını, kopya ettiği şeyin ne olduğunu anlamadan, tıpkı becerikli bir maymun gibi güzel bir el yazısıyla kopya ettiğini söylediler."

21. yüzyıl liderleri de böyle mi yapıyorlar, yoksa sonunda erdemli olmayı öğrenebilmişler mi?

....

Adso'nun andı.

Yazılmazsa öykü yok.

"Unut... Ant iç..."

Bir rüzgar farklı esse, bir an değişik yaşansa.

Adso ant içecek, dudakları ve kalemi mühürlenecek. Öğrendikleri sonsuza dek gizli kalacak. Yazamayacak. Okur da öyküyü okuyamayacak.

Adso'nun öyküsü hiç olmayacak.

Yazılmazsa öykü yok.

....

Özet verilemiyor.

Olaylar, kişiler, yaşamlar, düşünceler, inançlar.

Sözle anlatılabilir.

Adso yedi günün öyküsünü anlatıyor. Her bölümün başında ana konuyu belirtiyor.

Yedinci günün başlangıcındaysa Adso, her bölümün girişinde verilen özeti yazamamış, "Burada anlatılan olağanüstü açıklamaları özetlemek, bölüme eşit uzunlukta bir başlık olurdu; bu da alışılagelene ters düşer" demiş.

Özet verilemiyor. Kitaba da.

Galiba "Gülün Adı" için de özet verilemiyor.

....

Yazarlar ve politikacılar. İlgi çekmek, insanlara ulaşmak, seslerini duyurmak, onları kazanmak istiyorlar. Bunun için geniş bir aralığa, (bulmaca çözebilen ya da çözemeyen, inanmak ya da anlamak isteyen, önceden bilen ya da yeni yollar arayan insanlara) ulaşmaya çalışıyorlar.

Yazarlar yaptıklarını istediklerini yazabilmek için yapıyorlar. Politikacılar yazdıklarını istediklerini yapabilmek için yazıyorlar.

Kim gerçeğe daha yakındır?

....

Gülün Adı'nın yüz yıl sonra edebiyat dünyasında nasıl bir yeri olacağını bilemem. Ama benim dünyama; geçmişe ve geleceğe farklı açılardan bakarak bugünü görme çabalarıma büyük katkılar sağladı. Üstelik bunu, sürükleyici bir serüven romanının gücüne yaslanarak yaptı.

İşte bu yüzden bence, gülün alabileceği adları merak edenler olduğu sürece gülün adı Umberto Eco'dur, İtalyanca'dır.

Bu topraklarda "Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti" diyebilecek kaç kişi vardır, bilemem.

İlk cümlesi bu olan kitabı kaç kişinin satın almış olduğunu belki öğrenebilirim, ama kaç kişinin gerçekten okuduğunu bilemem.

Ama Türkiye'de yaşayan herkesin "Bir kitap okudum ve dünyaya yeni gözlerle bakmaya başladım" diyebilmesini, bunun mutluluğunu yaşamasını çok isterim. Yaşamı ve insanları, dünyayı ve güzellikleri onun başlattığı yoldan yürüyerek, yeni kitaplar bularak anlamaya çalışmasını çok isterim.

Dünyanın daha iyi bir yer olması için herkes tek bir kitap okuyacaksa, bu kitap suç romanı mı aşk romanı mı olmalıdır? Felsefesi inancın mı, bilimin mi sularında gezinmelidir?

Yoksa kitap okuma çağı artık bitmiş midir? İnsanlar artık asla kitap okumamalı, yalnızca mesaj okumadanyazmalı mıdırlar? Bilgisizliği ve nefreti, beceriksizce yazılmış üç beş satırla herkese, mümkünse bütün dünyaya, en güçlü olanların çıkarlarını en iyi koruyacak sözlerle, en hızlı ve en yaygın biçimde ulaştırmak dışında. Yazmanın bir anlamı kalmamış mıdır?

Gülün adının hangi dilde olduğunu kaç kişi merak ederse dünyada öfke ve nefret değil, insanlığın en güzel duyguları, özgürlük ve barış egemen olur?


1. Mehmet Arat, Gerçeğin Yalanı, https://www.facebook.com/mehmetarat2000X/photos/a.1699836773463930/2282136275233974/?type=3&theater, http://www.sanatlog.com/manset/gercegin-yalani/
2. Mehmet Arat, Acı Kayıt, https://www.facebook.com/mehmetarat2000X/photos/a.1699836773463930/2235849469862655/?type=3&theater, http://www.sanatlog.com/sanat/aci-kayit-yasananlarin-kisisel-ve-toplumsal-bellege-gonderilmesi/
3. Mehmet Arat, Gerçeğin Katli ve Ölümün Sardığı Yaralar, https://www.facebook.com/mehmetarat2000X/photos/a.1699836773463930/2304821519632116/?type=3&theater, http://www.sanatlog.com/edebiyat/gercegin-katli-ve-olumun-sardigi-yaralar/
4. Mehmet Arat, Savaşın Çığlıkları, https://www.facebook.com/mehmetarat2000X/photos/a.1699836773463930/2305790146201920/?type=3&theater, http://www.sanatlog.com/manset/savasin-cigliklari/
7. Mehmet Arat, Kitap Arkası: Gülün Adı, http://kitapdili.blogspot.com.tr/2016/09/gulun-ad.html