22 Haziran 2019 Cumartesi

Sise Saklanan Gerçek: Rüzgârın Sarmaşığı


Bir zamanlar bu toprakların bir bölümünde adına Troya denilen bir ülke vardı. Öncesinde ve sonrasında pek çok yolculuklar yapıldı, karalardan denizlere, yerlerden göklere, ormanlardan dağlara. Halklar geldi geçti. Taipidos'lar sustu ve bağırdı, yenildi ve kazandı, ağladı ve zafer çığlıkları attı. Ama ezici çoğunluk, dünyayı kendi gözleriyle görmenin, doğadan ve umuttan yana olmanın, geleceklerine sahip çıkmanın, içlerinde gizlenen birlik seslerini anlamanın ve yükseltmenin, ölüme karşı yaşamı kazanmanın yollarını bulamadı, kendi geleceğini koruyamadı:

Günün birinde bir Troya XXI bulunur mu? Anadolu ve Trakya, küçük büyük, azınlık çoğunluk, inanan inanmayan, ama hepsi insanı ve doğayı seven, tüm halkların uzlaşma birliği. Toplumun değerleri ve kuralları bir yönetenin iki dudağının arasından çıkan sözlerle istendiği gibi biçimlendirilebilir mi? Türkiye'nin bir boğaz kültürünü almak işe yarar mı? Hastalık yapan mikropları saptar gibi, zarar veren politik güçlerin kesiti çıkarılabilir mi? Türkiye iyileşebilir mi? (1)

Bir gün sessiz çoğunluklar Taipidos'ları (2) tanıyıp seslerini yükseltebilirler mi?

"Troya XXI halkları haykırdı bir gün gür sesleriyle
Koruyun Troyalılar
Koruyun geleceğinizi
Koruyun çocuklarınızı Taipidos'un öfkesinden"

İçlerindeki bu çağrı sonunda karşılık bulur mu?

....

Türkiye düşünmeyi, anlamayı, konuşmayı, haykırmayı, birleşmeyi, ölmemeyi, öldürmemeyi, barışı, insan olmayı, sevmeyi öğrenebilir mi?

Türkiye normalleşebilir mi? Yüzyıllarca sislerin ardında kalmış gerçekler ışıkla buluşabilir mi? Bir ülkede yaşayanların ne kadarı gerçek güvenlik, gelişme ve mutluluk için yalnızca kendi çıkarlarını değil, o toprakları paylaşan herkesin, evet herkesin bugününü ve geleceğini güvence altına almak gerektiğini anlarsa oradaki korkunç kayıtsızlık çıkarcılık kutuplaşmışlık ve nefret bulutu yerini umutışıklı bir kararlılık paylaşımcılık birleşmişlik ve sevgi gücüne bırakabilir?

Türkiye sevebilir mi? Yaşamayı öğrenebilir mi?

....

Rüzgârın Hatıraları filminin öyküsü 13 Ağustos 2015 tarihli bir haberde (3) yer almış:

"Yönetmen Özcan Alper’in üçüncü filmi ‘Rüzgârın Hatıraları’ nın ilk görüntüleri yayınlandı. ‘Rüzgârın Hatıraları’, 2008 tarihli ilk uzun metrajı ‘Sonbahar’ ile ses getiren Özcan Alper’in ‘Gelecek Uzun Sürer’in ardından çektiği üçüncü sinema filmi. Başrollerinde yönetmenin ‘Sonbahar’ filminde de birlikte çalıştığı oyuncu Onur Saylak ile Sofya Khandamirov’un yer aldığı filmde Ebru Özkan, Mustafa Uğurlu, Murat Daltaban, Menderes Samancılar ve Tuba Büyüküstün rol alıyor. Çekimleri ve Artvin ve Batum’da gerçekleştirilen film, çevirmen ve ressam Aram’ın, İkinci Dünya Savaşı döneminde, siyasi nedenlerle hayatını kurtarmak için İstanbul ’dan kaçışını konu alıyor. Karadeniz’de Sovyet-Gürcistan sınırındaki bir orman köyünde sıkışıp kalan Aram için bu kaçış, çocukluğuna dair kayıp bir zamanın izlerini aramaya dönüşüyor. Dönemin siyasi ve kültürel atmosferi içinde; aşk, zaman, ölüm, sürgünlük, yurt, sınırlar, özgürlük ve yüzleşme temaları, belleğin geri dönüşü olmayan karanlık koridorlarına açılan kapılar olarak beliriyor ‘Rüzgârın Hatıraları’nda."

Narfilm sayfasındaki tanıtımsa (4) şöyle:

"Rüzgârın Hatıraları filmi, II. Dünya Savaşı yıllarında, çevirmen ve ressam olan Aram’ın siyasi nedenlerle hayatını kurtarmak için İstanbul’dan kaçışını konu alıyor. Karadeniz’de Sovyet-Gürcistan sınırındaki bir orman köyünde sıkışıp kalan Aram için bu kaçış, çocukluğuna dair kayıp bir zamanın izlerini aramaya dönüşüyor. Dönemin siyasi ve kültürel atmosferi içinde, aşk, zaman, ölüm, sürgünlük, yurt, sınırlar, özgürlük ve yüzleşme temaları, belleğin geri dönüşü olmayan karanlık koridorlarına açılan kapılar olarak beliriyor Rüzgârın Hatıraları’nda. Hatırlamak değiştiriyor her şeyi. Rüzgârın esişiyle..."

Başka Sinema sayfasında çekimlerin İstanbul, Artvin ve Batum’da gerçekleştirildiği belirtilmiş. (5)

Bir diğer tanıtımda yönetmen Özcan Alper'in Türkiye tarihinin bugüne dek az bilinen bir bölümünü ele aldığı, II. Dünya Savaşı sırasında Türk devletinin azınlık politikaları nedeniyle, komünist bir gazetede çalışmakta olduğu İstanbul'dan uzaklaşmak zorunda kalan bir Ermeni ressamın öyküsünü anlattığı belirtiliyor. (6)

Yönetmenin doğaya ve insana yaslanan bütünlüklü, duru, sessiz ve akıcı anlatımı, alçakgönüllü ve güçlü bir oyunculuk ve görsellikle destekleniyor. Aram, Meryem, Mikhail, Leyla ve tüm karakterler, Onur Saylak, Sofya Khandamirova, Mustafa Uğurlu, Ebru Özkan ve diğer yüzlerle filmin gerçekliğindeki yerlerini unutulmayacak izler bırakarak alıyorlar. Filmin öyküsü Özcan Alper'in, senaryoyu Özcan Alper ve Ahmet Büke yazmış. Film, 2015 Antalya Film Festivali'nde En İyi Görüntü Yönetmeni ve En İyi Müzik ödüllerini almış.

....

Sonbahar ve rüzgarla gelen hatıralar. Sisin ardında belli belirsiz görünen, usulca süzülüp ışığa kavuşabilen.

Sise saklanan gerçek sisle anlatılabilir mi?

Sisin ardındaki yalanları sis gizler mi? Yoksa beyazperdede başyapıtlara gidebilecek yollar mı açar? Karadeniz'in yağmuru nemi rüzgarı sisi tüm Türkiye'ye yayılıp karanlık gölgeleri dağıtabilir, sınırları aşıp dünyayla, insanlıkla buluşabilir mi?

Yaşadığımız gerçekler sürekli gizli kalabilir mi?

Karadeniz Türkiye, Türkiye dünya olabilir mi? Özcan Alper'den esen sinema rüzgarının bıraktıklarını kaç kişi, ne kadar süreyle hatırlar, Aram'dan sonra yaşananlar onun gerçeğiyle bugünün izleyicisinin belleğinde nasıl buluşur?

Özcan Alper’in getirdiği rüzgardan hatıralarla yansıyan sisli doğa görüntüleri, sisleri dağıtıyor, saklanan gerçeklerin üzerine bulutlardan süzülmüş güneş ışıkları düşürüyor, belleklerde karanlık geçmişlere direnerek güçlenmeye çalışmanın ince umutlarını, yaşamın gücünü bırakıyor.

....

Sarmaşık filminin gösterime gireceği günlerde yönetmen oldukça iddialıydı. Tanıtımlar yapılıyor, Sarmaşık'ın gişe rekorlarını zorlayacağından söz ediliyordu. (7) "İktidarı inceleyen ve ortaya koyan" bir filmin ne yapacağını ben de merak etmiştim.

Filmin yalın öyküsü gerçekten umut vericiydi:

"Sarmaşık gemisi yük aldıktan sonra tahliye limanı olan Angola’ya gidecektir. Sefer devam ederken geminin armatörü iflas eder ve ortadan kaybolur. Gemi Mısır’a geldiğinde armatörün liman parasını ödemediği anlaşılır, geminin üstünde haciz vardır. Liman yetkilileri gemiyi kimsenin uğramadığı demirleme alanına çekerler. Mürettebattan gemiyi olası tehlikelere karşı hareket ettirebilecek sayıda kişinin kalması gerektiğini belirtirler. Beybaba diye hitap edilen geminin kaptanı, makineden Kürt, mutfaktan kamarot Nadir, gemicilerden Alper ve Cenk, usta gemici olarak da İsmail gemide kalır. Hepsinin kalmayı seçişindeki hikâye başkadır. Sarmaşık bu altı adamın yiyecek ve içecek kıtlığıyla gemide geçirdiği 120 günün hikayesidir." (8,9)

Başka Sinema, verdiği özette "Yolculuğun başında başlayan gruplaşmalar zamanla yerini sert tartışmalara bırakır. Yiyecek ve içeceğin iyice azalmasıyla kavgalar büyür ve gemi insanın insanı avladığı bir alana dönüşür" diyerek filmin 2015 Antalya Film Festivali'nde En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Senaryo ve En İyi Erkek Oyuncu ödüllerini aldığını belirtiyordu. (10)

4 Aralık 2015'te Sarmaşık Türkiye gündemine yerleşiyor, başı çeken konular arasında giriyordu. Filmi, senaryoyu da yazan Tolga Karaçelik yönetmiş, oyuncu kadrosunda Nadir Sarıbacak, Hakan Karsak, Kadir Çermik, Özgür Emre Yıldırım, Osman Alkaş ve Seyithan Özdemir yer almıştı.

Filmin konusunun yalnızca bir gemide sıkışmış altı insanın öyküsü olmadığı bir açıklamayla belirtiliyordu:

"İşlevini kaybetmiş bir otorite hiyerarşiyi ne kadar devam ettirebilir? Deniz bitti, gemi durdu, duran gemi artık gemi değildir. Peki şimdi kaptanla ne yapacağız?"

Sarmaşık ekibi zor bir yoldan gitmiş, aykırı düşünceleri denenmiş ama başarması zor bir yöntemle bir sinema olayına dönüştürmeye çalışmıştı. Antalya festivali dışında, Sinema Yazarları Derneği’nin 2015 Türkiye Sineması Ödülleri’nde Nadir Sarıbacak En İyi Erkek Oyuncu, Özgür Emre Yıldırım En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödüllerini almıştı.

....

Yaşamın sonsuzluğunu sınırlamak hiç de sanıldığı kadar kolay değildir.

Tolga Karaçelik'in Sarmaşık filminin gemisi, Hüseyin Alp Tahmaz'ın Avrupa’ya kaçak göçmen olarak gitmek üzere kapalı kamyon kasasında yola çıkan insanların yol öyküsünü anlattığı "Nereye?" (11) adlı oyunundaki sahne düzenini düşündürdü. Oyun boyunca izleyiciyi bir kamyon kasasında yaşatan karanlığı.

Sözün serüveninin bir romana, öyküye, denemeye, şiire sığdırabilmesi, görülenin bir resimde kalıcılaştırılması, seslerin müzik olması, yaşamın sinemada sürdürebilmesi basit sanılan çözümsüz arayışların, yaşamın bizzat kendisinin ürünleridir.

Gerçeği aramanın da, bulmanın da, anlatmanın da yolu tek ve son değildir. Dolaysız söylem amacına daha kolay, daha çabuk, daha iyi ulaşır görünebilir, değerlidir, anlamlıdır. Öte yandan, simgelere ve soyutlamalara dayalı yeni bir dil kurulabilirse bambaşka kapılar açılabilir. Görmenin ve anlamanın erişilmemiş bir boyutuna ulaşıldığında, saklı gerçekleri milyonlarca ışık demetinin yarattığı bir parlaklıkla paylaşmanın ve sonsuzlaştırmanın bir aşamasına varılabilir.

Tolga Karaçelik'in dalları arasında dolaştığı sarmaşığın izlerinin yeni çalışmalarında da farklı biçimlerle sürmesi şaşırtıcı olmayacaktır.

....

Rüzgârın sarmaşığı özgürlüğü mü, yaşamı acımasız dallarla saran baskıyı mı anlatır?

Rüzgârın hatıraları geçmişimizle yüzleşmemiz midir, bir türlü yüzleşme becerisini göstermememiz mi, sarmaşık yeşili simgeleyerek göğe ve evrene uzanacak bir ağaç mıdır, yaşamı acımasızca boğan iğrenç yılanların kanlı ve ürkütücü bir yansıması mı?

Sarmaşığın zehirli dalları nasıl başarabiliyorlar rüzgarla dört bir yana yayılmayı, insanların yüreklerini yaşarken ve kendi onaylarıyla söküp almayı.

Nasıl uzanıp ulaşabiliyorlar her yana, nasıl sinsice sarabiliyorlar yürekleri? Nasıl dokunuyorlar insanlara ölümle, sanatı susturuyor, kültürü eritiyor, toplumu yok ediyor, tarihi siliyor, görmeme biçimlerini (12) yaygınlaştırıyor, insanlığı bitirmeyi temel politika olarak benimseyip uygulayabiliyorlar?

Egemen rüzgarlarla dört bir yana yayılırken sarmaşığın zehirli dalları, kim umut verebilir aydınlık, iyi ve güzel insanlara, kim hatırlatabilir onlara geçmişin güzel anılarını, insan olduklarını?

....

Türkiye'nin yaşamı ve barışı savunan güzel insanlarında bir umutsuzluk gözleniyor.

Ölümü ve savaşı dayatanlarsa baskı ve korkuyla bir yılgınlık duygusunu yaratıp yaymayı başardıkça konumlarının güçleneceğini, asla yenilmeyeceklerini sanıyorlar. Bunun verdiği kendini beğenmişlikle daha öfkeli, daha büyük bir nefret duyarak, kendilerinden olmayı kabul etmeyen herkesi ezip toprağın yedi kat dibine gömmek ister gibi saldırıyorlar. Onların cehaleti bu toprakların iyi ve güzel insanlarının büyük acılar çekmesine neden oluyor. Nefret ve kazanç tutsaklarıysa, düşman görüp yok etmek istedikleri herkesle birlikte, insanlığı ve yaşamı da ortadan kaldırmakta olduklarını göremiyorlar, tarihi bugünü ve geleceği okumayı, konuşmayı anlamayı, sevmeyi, anlaşmayı, bilimi, ekonomiyi bilmiyorlar, yaşamın yalnızca çıkara ve kazanıp tüketmeye dayanan bir çılgınlıkla sürebileceğini sanıyorlar.

İşte bu koşullarda rüzgarın hatıralarını hatırlatabilmek, sarmaşığın yüzlerini gösterebilmek büyük önem taşıyor.

İletişimin ve birlikte yaşamın akıl almaz boyutlara ulaştığı bu çağda, cehalet ve baskıyla zafer kazanabileceğini sanmak, yaşamı ancak ak ve kara olarak görebilen, karanlığını saklamak için ak yalanların ardına gizlenen kişilerin bir yanılgısı olabilir. Sığlık, cehalet, öfke ve nefret tohumları saçarak yaratılan bulanık ortamlar, kaçınılmaz sonları ancak erteleyebilir. Işık hızıyla bağlandığımız bu çağda iyilik, güzellik, insanlık ve barış duyguları, çıkartılan ölüm fırtınalarına direnerek insan kalabilen herkese ulaşmanın yollarını mutlaka bulacaktır.

....

Bir de başka zehirli sarmaşıklar, Pamela (13), Lily (14) ve diğerleri var. Ama o başka bir hikâye.

3. Rüzgârın Hatıraları’nın ilk görüntüleri, http://www.hurriyet.com.tr/ruzgarin-hatiralari-nin-ilk-goruntuleri-29802965
4. Özcan Alper, Memories of the Wind / Rüzgârın Hatıraları, http://www.narfilm.com/new-page-2/
5. Özcan Alper, Rüzgârın Hatıraları, http://www.baskasinema.com/filmler/ruzgarin-hatiralari
7. Başak Bıçak, Tolga Karaçelik: “Düğün Dernek’i gişeye gömeceğim”, http://www.otekisinema.com/dugun-derneki-giseye-gomecegim/
8. Tolga Karaçelik, Sarmaşık, https://tr-tr.facebook.com/sarmasikfilmi
9. Tolga Karaçelik, Sarmaşık, http://www.sarmasikfilmi.com/
10. Tolga Karaçelik, Sarmaşık, http://www.baskasinema.com/filmler/sarmasik
12. Mehmet Arat, Gormeme Bicimleri, https://bilimsanati.blogspot.com/2019/03/gormeme-bicimleri.html, http://www.sanatlog.com/sanat/gormeme-bicimleri/
13. Joel Schumacher, Batman & Robin, http://www.imdb.com/title/tt0118688/
14. Katt Shea, Poison Ivy, http://www.imdb.com/title/tt0105156/

Bedava Kitapların Değeri: İnsanlık Bedava


Belki de insanlığın, sevginin, inançların, etik değerlerin, hukukun, yaşamın bu derece aşındırılmış olduğu bir ortamda kitaplardan söz etmenin hiç anlamı yok.

Oktay Akbal suçumuz insan olmak demişti. (1)

Ama en azından benim bilebildiğim kadarıyla, hiçbir normal dönemde insan olmak bu kadar ağır ve örgütlenmiş bir saldırıyla karşılaşmamış, kendi değerlerini başkalarına ve sisteme zarar vermeden savunmaya kalkanların üzerine böyle acımasızca gidilmemişti. Karşıt görüşler geçmişte de, özellikle güçlendikleri zamanlarda yönetenlerin çok ağır baskılarıyla karşılaşmışlardı. Tüm kurallarla birlikte kendi koyduklarını da tanımayan tek kutuplu bir kutuplaşmanın hedeflenmesinin ise, oldukça yeni ve yaratıcı bir buluş olduğu söylenebilir.

Türkiye'nin yönetiminde hiçbir şekilde söz sahibi olmadığım için kendimi çok şanslı buluyorum.

Büyük güç, büyük sorumluluk gerektirir.

Benim küçük bir gücüm bile yok. 21. yüzyılın artık haklara, özgürlüklere ve insan değerlerine saygılı olmasını umduğum dünyasında tutarlı bir birey olmaya çalışıyorum.

Gücün ne olduğunu görecek, biraz anlayacak kadar yaşadım. Ailede babanın, erkek ve büyük kardeşlerin gücünü, kendi çıkarlarını nasıl acımasızca dayatabildiklerini gördüm. Okulda güçlü çocuğun bazen isteklerini elde etmek, bazen yalnızca başkalarına eziyet ederek eğlenmek için yapabildiklerini gözledim. İş dünyasında hem ilkeli olmanın, hem de ayakta kalıp kazananların arasında kalabilmenin ancak çözümsüz denklemlerin aşılmasıyla bir araya gelebildiğinin bilincine vardım.

Güç, normal yaşamda politik örgütlenmelerle temsil edilir. Normal yaşam bittiği anda silahlar konuşur, güvenlik birimleri devreye girer.

Yaşam barıştır, ötesi savaştır, ölümdür.

Bir devlet devlet olacaksa, işe yarayacağı ilk alan barışı korumak olacaktır. "Yurtta barış, dünyada barış" demek, insanlık dilini öğrenmeye ve geliştirmeye çalışmak, kendi kurduğu düzenin gerçekten adil ve haklı olmasını sağlamak, insana değer verdiğini ve sorumluluğunu taşıdığı tüm yurttaşların haklarını ve özgürlüklerini koruduğunu göstermek.

Barışı korumanın ilk adımı insanı korumaktır. Tek bir yurttaşına bile evrensel hukuk sisteminin sınırlarının dışına çıkarak zarar verebilen bir devletin çürümesi başlamış demektir.

Bir devlet barışı koruyacaksa atacağı ilk adım kendi yurttaşlarını dinlemek, onları ortak değerler çevresinde birleştirmek olmalıdır.

Bir devlet barışı koruyamıyorsa çöküşü başlamış demektir. Büyük güç iktidardır. Küçük güçler diğer partilerdir. Milletvekilleri bu topraklarda yaşayan herkesin temsilcileridir.

Ortak bir gelecek ancak yaşamı savunarak, barışla kurulabilir. Dışarıda ve içeride yapılan yanlışların sonucunda yükselecek bir savaş ortamının neler götürebileceğini göstermeye ise, ne yazık ki şu ana dek yaşanan acılar bile fazlasıyla yetmiştir.

Güç, ekonomik yapılarla desteklenen, politik örgütlenmelerle temsil edilir. Türkiye'de yaşananların, yaşanacakların sorumlusu kimdir?

Okunan ve okunmayan, parayla satılan veya parasız dağıtılan, desteklenen ve yasaklanan kitapların geleceğimiz üzerinde bir etkisi olabilir mi?

....

Ücretsiz kitapların bir değeri var mıdır?

Bir zamanlar bir arkadaşım bir festivalde açacakları sergi için kısa bir broşür hazırlamıştı. Bu tek sayfayı izleyicilerle satmakla ilgili sözü hep aklımda kaldı:

"En azından sembolik bir bedel almalıyız. Yoksa bazıları hızlıca göz gezdirip hemen atıverir. Çoğu kişiyse bakmaya bile gerek görmeden direkt çöpe gönderir."

Kendimi tüketim toplumunun iyi bir üyesi gibi hissetmiyorum. Bir satınalma kararı vermeden önce en az iki kez düşünürüm. Bu yaklaşımım yalnızca parasal maliyetle ilgili değil. Kişiliğim çevreyle aşırı etkileşime girmememi söylüyor. Gereksiz bir hareketle çevreye geri dönüşü olmayan bir zarar verme korkum var.

Ama geçmişte, birçokları gibi ben de bir doküman toplayıcısıydım, broşürler, örnek setleri, deneme teklifleri, ne olursa olsun almaya ve saklamaya hazırdık.

Bu durumun değiştiği kesin zamanı hatırlamıyorum, ama bir süre sonra, evrende bıraktığım gelişigüzel ayak izlerimi en aza indirmeye çalışmaya başladım. "Herhangi bir iz bırakıyorsan mutlaka bir anlamı olmalı" diyen bir duygu kazandım.

Karar anlarının kritik noktalarında, eğer benim için kesinlikle gerekli değillerse ve onları parasını ödeyerek de almaya hazır değilsem, bedava ürün tekliflerini reddetmeye başladım.

Küresel iletişim ve etkileşimin yeni dünyasında, Chicago Üniversitesi Yayınları'nın teklifini ilk gördüğümde günlük mesajların artan trafiği nedeniyle elektronik teklifleri de reddetme eğilimindeydim.

Ancak bu kez, önerilen ücretsiz kitabı istedim. Bu kitapların benim için bir değer taşıyabileceği, onları makul bir süre içinde en azından hızlı okumak için bir zaman bulabileceğim izlenimi edinmiştim. üstelik elektronik kopyaların çevre etkileri yoktu ve onlar için fiziksel bie depolama yeri gerekmiyordu.

Böylece ücretsiz kitaplar serüvenim başlamış oldu.

....

Ücretsiz kitapların değeri var mıdır? Nasıl ölçülebilir?

Kitapların değeri farklı yönlerden tartışılabilir. Entelektüel, bilimsel, kültürel veya sanatsal ürünlerin ticari değerleri olarak. Yaygınlaştırmanın, etkileşimin, toplumsal etkinin veya geri bildirim oranının ölçülebilir değerleri olarak. Uluslararası bilimlerin standart yaklaşımlarıyla belirlenen akademik değerler olarak.

Sanat ürününün değeri genel arz ve talep eğrileriyle açıklanabilir mi? Üretim ve değişim sistemleri bu mekanizmaları standart ürünler için bile tam olarak açıklayamamaktadır. Sürekli iletişimin karmaşık dünyasında etkenlerin hiçbiri yanıtı tek başına veremez. Değer dinamikleri, açıktanımsız ürünlerin değerlerini anlamak ve bu değeri tanımlayabilecek yeni kriterler bulmak için kullanılabilir.

Sorulabilecek çok fazla soru bulunmaktadır. Yeni dinamik modeller için yeni üretim ve değişim biçimlerinin eğilim analizi tümüyle yapılabilir mi? Ödeme yapılmayan bir ürün değersiz midir? Bedel ödeniyorsa ve pahalıysa bir ürün gerçekten değerli midir? Sektörlerdeki işe başlama ve giriş maliyetleri hem standart ekonomi ürünleri, hem fikri mülkiyet hakları için geçerli midir? Sanatın ve edebiyatın işlevi nedir? Ekonomiyle ilgileri nedir? Bağımsız bireyler olarak sanat ve edebiyat üreticilerinin ve tüketicilerinin işlevleri nelerdir? Amaçları nelerdir? Ekonomiyle ilişkileri nasıl yönetilmektedir? Bir özgürlük sorunu var mıdır? Mevcut ve istenen durumlar arasında büyük boşluklar var mıdır? Sanat ve edebiyatın değerleri üzerindeki soruların sayısı sonlu bir değer midir?

....

Hızlı yaşamanın iletişim çağında, "Bilgisayarlı Yaşam Desteği" olmadan ayakta kalmak mümkün olmayabilir.

Bir zamanlar "Işık Hızında İnsan Olmak" sözü üzerine "Işık Hızında Ticaret" sözünü not almıştım.

Günümüz dünyasında fiziksel veya soyut bir varlığın ayakta kalabilmesi ticari bir değer taşımasına bağlıdır. Bu yüzden ticaret önemlidir.

Bu durum bariz bir paradoks yaratır.

En azından bazı ürünlerin, ahlaki ve ticari değerlerin arasındaki dengeyi korumak için ticari sistemin dışında tutulması gerekir. Ancak bu yaklaşımın mevcut sistemde kendisine bir yer bulabilmesi henüz çok uzak görünmektedir.

Öte yandan yaşam, iletişim teknolojileriyle yeni anlamlar kazanmaktadır.

Tıbbi desteklerden, sağlık uyarı ve izleme sistemlerinden söz etmeye çalışmıyorum.

Yaşamın bireyler için anlamının üzerine doğrudan odaklanıyorum. Kendini, bölgeni, dünyanı ve tüm bir evreni anlamak, varlığına bir anlam katmak, büyük sistemin bir parçası olduğunu hissetmek, onun hoş olmayan yanlarından bir bölümünü değiştirebileceğine inanmak.

Sosyal medya dünyanın her yanına yayılmış çok sayıda kişiyle iletişim kurma ortamını yaratarak yaşam için yeni fırsatlar vermektedir. Bu, birey için yeni bir yaşam biçimidir, yeni ve muhtemelen çok etkili bir varoluş biçimi.

Ücretsiz kitaplar yeni çağın büyük değerleri olabilir mi? Gelecek dönemde var olmanın standart ve kusursuz yolu olabilirler mi? Dünyanın her bir üyesinin açıklamaları ve soruları depolayacağı ve hızla büyüyen bir geliştirme çevriminin içinde yanıtlar ve yeni sorular alacağı bir etkileşim platformunu inşa edebilirler mi?

Entelektüel varlıkların değerini ölçmek için yeni bir değerlendirme sistemine ihtiyacımız var mı?

....

Görmemenin biçimleri var mıdır?

Olmayanı görmek, görmemekle aynı anlamı mı taşır? Var olmanın yeni bir biçimi var mıdır?

"Görmek ya da görmemek."

Yukarıdaki açıklama John Berger'in Görme Biçimleri kitabına dayanır. (2)

"Görme Biçimleri, yazar John Berger'in ve yapımcı Mike Dibb'in yönetiminde hazırlanmuş 30 dakikalık dört bölümlü 1972 BBC yapımı bir televizyon dizisidir. Dizinin senaryosu uyarlanarak aynı adla kitap olarak da yayımlanmıştır. Dizi ve kitap, geleneksel batı kültürel estetiğini görsel malzemelerde gizlenmiş ideolojilerle ilgili sorular sorarak eleştirir. Dizi, batının sanatsal ve kültürel ölçütlerine daha gelenekçi bir bakışı temsil eden Kenneth Clark'ın Uygarlık dizisine kısmen bir cevaptır."

Görme biçimleri her zaman belirli bir oranda görmeme biçimleri içermiştir. Ancak, günümüzün küresel iletişim köyünde, görmeme biçimlerinin görme biçimlerine karşı egemen olması için harcanan çabaların gücüne tanık olmak benim için şaşırtıcıdır.

İster söz, ister ses, ister görüntüye yaslansın, sanatın tüm dalları bir biçimde gerçekliği yansıtır. Daha doğrusu onun seçilmiş bir bölümünü, üstelik de dönüştürerek, değiştirerek, hatta çarpıtarak sunar.

Bir açıdan bakınca yöneldiği gerçeği anlar, yorumlar, açıklar, anlatır.

Bir başka yorumla da anlamaz ya da bilerek anlamamış gibi yapar, çarpıtır, karmaşıklaştırır, anlaşılamaz bir duruma getirir.

Bu anlamda “Görme Biçimleri” kendi içinde “Görmeme Biçimleri” taşır.

Bir yanı gösterirken her yanı sise boğar.

Gerçeği onu anladığını sanan gözlerden saklar. Büyük bir neşeyle, tadını çıkararak saklar.

Gözümüzle gördüğümüze daha kolay inanma eğiliminde olduğumuz için görsel sanatlarda bu etkinin önemi artar.

Egemen düşüncelerin peşine takılmış kalabalık izler her yanı kaplar.

Toplumsal çatışmalarla aşınıp yıpranan dış dünyayı anlamak, yorumlamak zorlaşır. Arayışlar içe döner. (3)

....

"Işık Hızında İnsan Olmak" mümkün müdür?

Belleğim iyi değil. Her şeyi unuturum. Yazmak bu yüzden benim için çok değerlidir. Her zaman notlar alırım. Dijital dünyanın arama seçeneğine hayranlık duyarım ve çok severim. Ancak, arananın bulunabilmesi sonucu önceden garanti edilebilen bir işlem değil. "Işık Hızında İnsan Olmak" sözünün kaynağını bulamadım. Bulabildiğim tek bağlantı Jane Friedman'ın bloguyla ilgili notlarım oldu. (4)

8 Şubat 2012, @JaneFriedman. "Elektrik Hızında İnsan Olmak" notunuzu gördüm, "Işık Hızında Düşünmek" geldi aklıma. Sanırım insan olmak daha zor.

27 Mart 2012, @JodyHedlund. Bu çok insanca sanırım. Jane Friedman’ın "Elektrik Hızında İnsan Olmak" notu için bir örnek olabilir. Paylaşmanın yaşamak olduğuna inanıyorum.

"Işık Hızında Ticaret" ve “Sürekli Tedarik ve Ömür Boyu Destek” çalışmalarını da hatırladım. Bir makale bu konuyla ilgili olarak ABD ve Japonya'yı karşılaştırmış:

"Bu makale, 1985'te ABD'de geliştirilen 'Sürekli Tedarik ve Ömür Boyu Destek' insiyatifinin uygulanmasına dayanan elektronik iş alanında, ABD ve Japonya'da savunma tedarik ve operasyonel destek işlemlerinin kâğıt yerine elektronik ortam kullanarak yapılarak geliştirilmesi çalışmalarını raporlar ve karşılaştırır. Bu insiyatif muhtemelen ilk elektronik iş uygulamasıdır ve bu yüzden e-iş etkinlikleri hakkında önemli dersler vermiştir. Genel bir özet ve iki farklı kültürel ve endüstriyel bağlamda nasıl uyarlandığı aktarılmıştır. Sistemin Birleşik Krallık'ta kurulması için muhtemel seçenekler özetlenmiştir." (5)

Günümüzde "Işık Hızında İnsan Olmak" kolay değil. İnsan olmak bilgi çağından önce de çok kolay değildi. Ama şimdi, tüm bilgi ve iletişim kanallarının varlığına karşın, dünyanın gerçekte neler yaşadığını ve neler hissettiğini anlamak çok zor.

Bir keresinde ışık patlamalarını özetlemeye çalışmıştım:

"Yaşamımız her an hızlanırken 'Işık Patlamaları' ayrı bir önem kazanıyor. Binlerce yıl karanlıkta yaşayan insanlar ateşle aydınlandıklarında, eskiden el yazmaları ve duman işaretleriyle iletilen bilgiler matbaa ve elektrikten yararlanarak iletildiğinde başlamış değişim sürecinin yeni bir aşamasına girildi. Işık hızıyla haberleşen bir dünyada yaşamanın yeniden tanımlanması gerekiyor." (6)

....

İster taş devrinde, ister dijital çağda olsun, "Düşünüyorum, o halde varım." (7,8,9)

Işık hızında da öyle midir, yoksa farklı mıdır?

"Düşünüyorum, o halde yazıyorum. Yazıyorum, o halde varım."

Buradaki "yaz", "oku" ile mi değiştirilmelidir ışık hızı frekansında?

Mağaralardaki ilk izlerden küresel çoklu ortam karmaşasının anında günlük yaratılmasına kadar, kim yazıyor, kim düşünüyor, kim yaşıyor? Niçin düşünüyor? Niçin yazıyor? Niçin yaşıyor?

Niçin?

....

Ücretsiz kitaplar serüvenim Chicago Üniversitesi Yayınları'nın teklifini ilk gördüğümde başladı. O günden beri ilginç başlıklı pek çok kitap aldım, hepsine hızlıca bir göz attım, kendi kendime "Ne kadar ilginçler, en kısa zamanda onları okumalıyım" dedim.

Ama bugüne dek kitapların hiçbirini okumadım. Kötümser değilim. Günün birinde bazılarını okuyacağımdan eminim. Bu durum yalnızca yoğun programımdan kaynaklanan normal bir gecikme!

Agatha Christie'nin Hercule Poirot romanlarından birinde Bay Hastings'in Manş'ı geçerken yapılan deniz yolculuklarıyla ilgili bir yorumunu ve ilgili sahneyi hatırlıyorum. Yolculukların süresiyle ilgiliydi, başlamak için çok kısa, hiçbir şey yapmamak için çok uzun.

Bu yolculuklar sırasında hiçbir şey yapmamaktan yakınıyordu. Başlangıçta zamanının herhangi bir şey yapmak, çevreye bakıp keyfini çıkarmak veya bir kitap okumak için yeterli olmadığını düşünüyordu. Geminin içinde hep bir yerden diğerine koşturup durduğunu, bu duyguyla gemide geçen zamanı boşa harcanmış gördüğünü söylüyordu.

Bu durum çoğumuzun yaşam yolculukları için de geçerli değil mi? Yaşamak istediğimizi yaşamak için gerekli zamanı bulabiliyor muyuz?

....

Chicago Üniversitesi Yayınları'nın sitesinde bir tanıtım var. Aşağıdaki alıntılar orada verilen bilgilerden geliyor:

"1890'daki başlangıcından beri Chicago Üniversitesi'nin üç ana bölümünden biri olarak Yayınevi, görevini en üst standartlardaki bilimsel bilgiyi yaygınlaştırmak ve eğitimi geliştirecek, genel anlayış düzeyini yükseltecek, kültürel yaşamı zenginleştirecek nitelikli çalışmaları yayımlamak olarak benimsemiştir."

"Kitaplarımız ve dergilerimizle yalnızca geleneksel disiplinlerin içlerindeki ve aralarındaki akademik iletişimi geliştirmenin yollarını aramıyoruz, ayrıca, Chicago Üniversitesi'nin deneysel geleneğine de bağlı kalarak, bilginin ve entelektüel çalışmanın yeni alanlarının tanımlanmasına yardımcı olmaya çalışıyoruz."

"Yayınevimiz ayrıca baskı ve elektronik teknolojilerindeki yenilikleri izlemekte , yayınlarımızın biçiminin okuyucularımızın ihtiyaçlarını karşılaması zorunluluğunu dikkate almaktadır." (10)

Ücretsiz kitaplar kültürel değişimin ve uluslararası programların başarısı için önemli bir destek olarak değerlendirilebilir mi? (11)

....

Chicago Üniversitesi Yayınları arasında ilk ilgilendiğim kitap "Fransızca Düş Görmek", "Jacqueline Bouvier Kennedy, Susan Sontag ve Angela Davis'in Paris Yılları" kitabıydı.

"İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana sayısız Amerikalı öğrenci o görüşün çekiciliğine kapılmış, onların Işığın Şehri'nde yaşadıklarının etkisiyle değişmişlerdir. 'Fransızca Düş Görmek' o deneyimin ve bu olağandışı üç Amerikalı kadının yaşamlarını nasıl değiştirdiğinin öyküsünü anlatmaktadır."

"Üç kadının her biri Amerikan kültürel, entelektüel ve politik yaşamında önemli kişilikler olacaktı. Ama Fransa'ya gitmek için gemiye bindiklerinde gençtiler, az tanınıyorlardı, geleceklerinden emin değillerdi, yalnızca Paris'in verebileceği kültüre, sofistikeliğe ve dramaya çekilmişlerdi. Yine de geçmişleri ve düşleri bundan daha farklı olamazdı."

Jacqueline Bouvier: 1949–1950
Jacqueline Bouvier sahneye yeni çıkmış yirmi yaşında bir gençti, varlıklı bir Doğu Sahil ailesinin Katolik kızı."

Susan Sontag: 1957–1958
Susan Sontag yirmi dört yaşındaydı, mütevazi gelirli bir Kuzey Hollywood ailesinden gelen erken gelişmiş Yahudi bir entelektüel. Paris onun için annelikten, başarısız bir evlilikten ve Oxford'da felsefe alanında yapacağı lisansüstü çalışmadan kaçtığı bir sığınaktı."

Angela Davis: 1963–1964
Angela Davis, Birmingham, Alabama'daki önde gelen bir Afrikalı Amerikalı aileden geliyordu. Birmingham'dan gelen tüm haberlerin benzeri görülmemiş ırkçı şiddet olaylarıyla ilgili olduğu bir yaz döneminde, katıldığı yurtdışı programı sırasında kendini oradaki tek siyah öğrenci olarak buldu."

Kaplan okuyucuları bu genç kadınların yaşamlarına, umutlarına ve tutkularına götürüyor. Paris'e giden yollarını izliyor. Keşiflerinin, entelektüel serüvenlerinin, dostluklarının ve orada buldukları aşklarının izlerini sürüyor.

"Her üç kadın için de Fransa geçici bir sevgi değildi. Kaplan'ın gösterdiği gibi aksine, yurtdışında geçirdikleri yıl onları etkilemeyi sürdürdü, yaşamlarının geri kalan bölümü boyunca entelektüel ve kültürel biçimlenmelerinin önemli bir parçası oldu.” (12)

....

Bilgisayar çağında bile kayıt tutmak kolay değil ama hatırladığım kadarıyla Phoenix Poets (Biz de Anka Şairleri diyebiliriz) istediğim ilk kitaplardan biri olabilir.

David Ferry’nin “Stranger” (Yabancı) kitabından aşağıya dört dizesi alınan “A Charm” (Bir Büyü) orada okuduğum ilk şiir olabilir:

"Bir ikizim var benim adımı taşıyan
Utançla taşıyan adımı kendiyle"

"Ben cesurken, o korkaktı
O gerçeği söyledi; ben yalan" (13)

Phoenix Poets tanıtımında "düşüncenin niteliğiyle altı çizilen düşüncenin duygusu, hareket içindeki zihin, önemli konuların sunulmasındaki göze ve kulağa incelikle seslenen biçimsel ustalık", "modaya aldırmadan yazılmış en iyi şiir kitaplarını yayımlamak isterken" "dizide somutlaşmış özelliklerden bazıları" olarak belirtiliyor.

"Phoenix Poets, Robert von Hallberg ve Press tarafından 1982'de kuruldu. Amerikalı ve İngiliz özgün şairlerle kitap yayımlamaya 1983'te başladı. İlk yıllardan sonra Donald Davie'nin Toplu Şiirler'i (1990) ile yükselerek odağını Amerikalı şairlere kaydırdı. Phoenix Poets tarihin keskin farkındalığı ve şiirin olanaklarıyla sıyrılan kitaplar yayımlamayı sürdürmektedir.” (14)

.

İlk kitaptan beri, ücretsiz pek çok başka kitap aldım. Ne yazık ki, herhangi birini tam olarak okuyamadım. Öncelikler, öncelikler!

Bir açıdan bakınca bu, programın bir başarısızlığıdır. Kitapların hiçbiri bana bütün bir mesaj iletemedi.

Bir başka açıdan bakınca, bu yine de bir başarıdır. Chicago Üniversitesi Yayınları ve birçok, onlarca kitap hakkında bilgim oldu. Bu, bir kitapçıda kitapları karıştırmaktan ya da İnternet üzerinde kitapların tanıtımlarını ve alıntılarını okumaktan çok daha fazla bilgi veriyor.

Yanıt açık ve tek değil. Yaşamda, doğada ve insan topluluklarındaki herhangi bir yanıt gibi. Karmaşık ve dönüşen bir biçimi var. Bir yanıt değil, fakat bir dizi yeni soru. Okunabilecek herhangi bir kitap gibi. Ve bilinmeyenlerin ve bilgi parçacıklarının karmaşık bulutu bile görünür, kararlı ve kalıcı değil. Zihne dokunduğu anda buharlaşmaya başlıyor. Söylenen ya da işitilen, yazılan ya da okunan, gönderilen ya da alınan, paylaşılan veya kişisel tutulan herhangi bir söz gibi.

Yine de Chicago Üniversitesi yayınlarından bazı ışıltılı yansımalar alabildiğim için mutluyum.

Onları bir süre sonra, belki birkaç yıl, belki daha fazla, ama kesinlikle bir yüzyıldan fazla değil, hatırlayamayabileceğimi bilsem bile.

Bu yaşamdır, bugüne dek yaşadıklarımla bildiğim ve hissettiğim kadarıyla, öyle değil mi?

....

Sonuç olarak ne diyebiliriz? Ücretsiz kitapların değeri var mıdır? Mevcut ve potansiyel okuyucularının üzerindeki etkileriyle bu değer ölçülebilir mi?


....

Sanırım yazıyı Orhan Veli'nin şiiriyle (15) bitirmek gerek:

Bedava yaşıyoruz, bedava;
Hava bedava, bulut bedava;
Dere tepe bedava;
Yağmur çamur bedava;
Otomobillerin dışı,
Sinemaların kapısı,
Camekanlar bedava;
Peynir ekmek değil ama
Acı su bedava;
Kelle fiyatına hürriyet,
Esirlik bedava;
Bedava yaşıyoruz, bedava.

....

İnsanlık "Bedava".

....

Bu yazı, giriş bölümü ve Orhan Veli'nin yukarıdaki şiiri dışında, İngilizce yazılmış bir yazının (16) yaklaşık bir çevirisi. "Bedava" şiirinin çevirilerini İngilizce yazının yorum alanına eklemek isteyenler olursa mutlu olurum.



2. Ways of Seeing, https://en.wikipedia.org/wiki/Ways_of_Seeing
3. Mehmet Arat, Gormeme Bicimleri, http://www.sanatlog.com/sanat/gormeme-bicimleri/
5. Tony Holden, Ruth A. Schmidt, Commerce at light speed – an international comparative evaluation of CALS strategy and implementation in
6. Mehmet Arat, Cocuklar ve Secmenler, http://www.sanatlog.com/sanat/cocuklar-ve-secmenler/
8. René Descartes, Cogito ergo sum, https://en.wikipedia.org/wiki/Cogito_ergo_sum
9. René Descartes, Cogito ergo sum, https://tr.wikipedia.org/wiki/Cogito_ergo_sum
12. Alice Kaplan, Dreaming in French, The Paris Years of Jacqueline Bouvier Kennedy, Susan Sontag, and Angela Davis,
13. The University of Chicago Press, Chicago Shorts, Thirty Years of Phoenix Poets, 1983 to 2012,
14. Randolph Petilos, Acquiring Editor, Phoenix Poets, http://press.uchicago.edu/ucp/books/series/PP.htm

2 Haziran 2019 Pazar

Sıcak Yüzlerin Öyküleri


"Belki de yüz öykülerini anlatmaya başlamanın en iyi yolu, 11 Eylül 2012 Salı günü bir anda gelen bir sevinç ve coşkuyla Işıktan Düşen Notlar'da yazdığım mesajı aktarmak olacaktır."

Sıcak yüzlerin öykülerine bu girişle başlamıştım. Sözü edilen mesajın başlığı uzun, kendisi kısaydı. Lalabey Paylaşım, Dergi Sanat ve Sanatlog'dan söz ediyor, Duygu Özlem Demir, Nilgün Altan ve Hakan Bilge'ye teşekkürler ediyordum.

İnternet dünyasında yazmaya başladığımdan beri yaşamın her geçen gün biraz daha hızlandığını hissediyorum. Sözcüklere zaman kalmıyor, renklere zaman kalmıyor, çizgilere zaman kalmıyor, doğayı doya doya koklamaya zaman kalmıyor, en gizli ayrıntıları tatmaya zaman kalmıyor,
seslere zaman kalmıyor, dostluklara zaman kalmıyor, güzelliklere zaman kalmıyor, düşünmeye zaman kalmıyor, umutları beklemeye zaman kalmıyor, aramaya zaman kalmıyor, öğrenmeye zaman kalmıyor, sevinmeye zaman kalmıyor, toprağı ve denizi hissetmeye zaman kalmıyor, güneşin
sıcaklığını yaşamaya zaman kalmıyor, paylaşmanın değerini anlamaya zaman kalmıyor. Yalnızca tartışılmadan ve sorgulamadan yapılması gereken zorunlu işlerin peşinde durmadan, duraklamadan, sürekli bir yarış yaşanıyor. Ayakta kalmak zorlaşıyor.

Zorluklar karşısında insana ancak bir başka insanın sıcak dokunuşu güç verebilir. Kendi evrenine kapandığında birey zavallıdır, koparılmış bir çiçek gibidir, ancak ilişkileriyle yaşama bağlanabilir, ancak verdikleri ve aldıklarıyla büyüyebilir.

Sıcak yüzlerin öykülerini yazmak bana çok iyi bir düşünce gibi gelmişti. Ekranlarda anlık parlamalarla beliren, bazıları için yalnızca bir kez iletişim kurulup sonra unutulan, bazıları içinse uzun süreli bir dostluğa dönüşebilen yeni simgelerde kristalleşen bilgi, düşünce, duygu damlalarını yazmak, sürekli akıp silinen yaşamların izlerinden kalıcı bir sıcaklık yakalayabilmek. Ancak ister günlük yaşamın alışılmış araçlarıyla ister yeni iletişim olanaklarıyla olsun, insanların birbirlerine gerçekten ayırabildiği zamanlar sürekli kısalıyor. Çok değer verdiğiniz, her biri sizin için yaşamın tek anlamı olabilecek en özel dostları bile ancak günlük programınızdaki bir satır olarak görebiliyorsunuz. Bu koşullarda onlarca yüzün öyküsünün küçücük parçalarını bile zamanın derinliğinde silinmeden yazıp kalıcılaştırabilmek hiç kolay olmuyor. Yazılabilenin gerçek insan sıcaklığını ne ölçüde taşıyabildiği, ışık hızını aşmaya çalışan günlük bilgi akışında kendisine nasıl bir yer bulabileceğiyse zaten apayrı bir konu.

Böylece, yazının girişinde sözü edilen mesajın da aktarıldığı bir yazıyla, 19 Nisan 2014'te başlamıştı Yüz Öyküleri:

"Yüz Öyküleri ne zaman aklıma düştü, bilmiyorum. Kazandıklarımı hep yitiriyor olmanın, yaşadıklarımın ve düşüncelerimin inanılmaz bir hızla eksilmesinin korkusu beni hep yazmaya, içimdekileri bir yolunu bulup saklamaya yöneltiyor.

Yalnızca ekrandaki yüzleriyle tanıdığım yeni dostlarımı unutmamak için, zamana yayılan sözlerden küçük öykülere ulaşmak istedim.

Belirli bir amaç ve kural olmadan, ışık hızıyla dolaşan izlerin bir bölümünü yakalamaya, yeni kişiliklerimizi anlamaya çalışarak.

Böyle başladı yüz öyküleri." (1)

Başladı ve ilk yüz öyküsü de Nilgün Altan oldu:

"Nilgün Altan'ı da resimleri ve paylaştıklarıyla tanıdım. Atölyesi ve çalışmalarıyla ilgili bilgim oldu. Görsel zenginlik dünyalarına açtığı pencereler bana mutluluk verdi. İnternet sitesinde çok sayıda sergiye katıldığı, 'Islak' adlı yapıtının 'Geçmişten Günümüze Kadın' konulu resim yarışmasında sergileme ödülü aldığı, üç yıl bir okulda gönüllü olarak zihinsel engelli çocuklarla çalıştığı, sosyal sorumluluk projelerinde yer aldığı, Dergisanat'ı ve Geridönüşüm Dergisi'ni çıkardığı belirtiliyor." (2)

Başladı ama ikinci öykü ancak epey zaman geçtikten sonra gelebildi:

"Yeni çağın iletişim devlerinden Facebook'a sorarsanız, ben ve Duygu Özlem Demir Eshikumo Şubat 2012 tarihinden beri Facebook'ta arkadaşmışız."

"Duygu Özlem Demir Eshikumo'yu düşüncelerini içtenlikle dile getiren, dolaysız, sıcak ve açık bir insan olarak tanımaktan mutluluk duydum."

"Lalabey paylaşım röportajları başlığı altında 'birbirinden değerli ve etkin' kişilerle başarılı söyleşiler gerçekleştirdiğini biliyorum."

Duygu Özlem, Albert Einstein'dan bir alıntı aktarmış:

Mutlu olmak istiyorsan, bir amaca bağlan; insanlara ya da eşyalara değil."

Ebeveynlerin çocuklarından beklentilerinin ve onlara karşı bağımlılıklarının ciddi bir sorun olduğunu, bunun çözülmesinin farklı hayatlar ve rahat mutlu insanlar demek olacağını belirterek neler yapılabileceğine değinmiş. Ailelere ve özellikle annelere seslenmiş:

"Artık 21. Yüzyıldayız. Yeni çağdayız, çağ atladık yani. Değişsin bir şeyler artık. Gelişmeye açık olalım. Her şeye direnç gösteren yanımızdan kurtulalım bir zahmet." (3)

Sonra "Yüz Öyküleri", İnternet'teki milyarlarca sayfanın belki de çoğu gibi sessiz bir bekleyişe girdi.

Hakan Bilge onca işin arasında kitabına da zaman ayırmayı başararak The Godfather Mitosu'nu 2015 sonunda yayımlamasaydı, belki üçüncü yüz öyküsü epey bir süre daha bekleyecekti.

....

Geleceğin neler getireceğini ve götüreceğini bilmek kuşkusuz olanaksız ama Yüz Öyküleri için yaptığım başlangıçtaki üç temel dayanaktan yalnızca Sanatlog bugün de sürüyor. Dergi Sanat ve Lalabey Paylaşım görevlerini tamamlamış olarak veda ettiler. İnternet yayıncılığının en
büyük avantajının geçmiş arşivin korunmasının ve eski bilgilere ulaşılabilmesinin kolaylığı olabileceğini düşünüyordum. Ne yazık ki bağlantı adreslerinde ve sitelerde epey sorun yaşanabiliyor. Sürdürülmeyen ve bakımı yapılmayan yayınlar erişilebilir olmaktan çıkıyor. Bu
yazıyı yazdığım sırada Dergi Sanat ve Lalabey Paylaşım yazılarına kendi siteleri üzerinden ulaşılamıyordu. Sonsuzluk varlığı da yokluğu da bilinmeyen bir kavram olduğu için "sonsuza kadar" diyemeyeceğim ama, Sanatlog'un bilgisayarların dünya üzerindeki ağı sürdüğü sürece
kendisini koruyabilmesini diliyorum.

....

Çoktandır Yüz Öyküleri'nin üçüncüsünü yazmak istediğim halde bir türlü fırsat bulamıyordum. Nilgün Altan ve Duygu Özlem'le birlikte yeni dünyadaki ilk üç dostumdan biri olan Hakan Bilge'nin kitap haberi gelince "İşte tam sırası, daha da geç olmadan artık yazmalı" dedim.

Hakan Bilge'nin Yüz Öyküsü'nü (4) bu girişle yazdım. Böylece Yüz Öyküleri'nin en azından başlarken planlamış olduğum bölümünü tamamlamış oldum. Yaşamda ve İnternet dünyasında yapılabilecek çok can madenciliği, yazılabilecek çok yüz öyküsü var ama evrenin sonsuzluğuna karşın yaşamlarımız sonlu, gücümüz ve kararlılığımız da tüm karşı çıkışlarımızı boşa çıkarırcasına sınırlı. Bu yüzden bundan sonra neler yapabileceğimi bilemiyorum. Ama sürekli silinmekte olan belleğimde ışıklı izler bırakarak geniş bir yer tutmuş, yaptıkları ve söyledikleriyle "Yok olmamaları için mutlaka yazmalısın bu pırıltıları" düşüncesini zihnime yerleştirmiş başka yeni dostlarımın hiç de az olmadığını belirtmeliyim.

Hakan Bilge'nin Yüz Öyküsü'nün başlangıcında The Godfather Mitosu'nun kısa tanıtımı yer aldı:

"Godfather Mitosu, Coppola'nın kuşatıcı bir bakışı hak eden gangster üçlemesini enine boyuna tartışan, bu filmlerdeki göstergeleri titiz bir bakış açısıyla analiz eden, kapsamlı ilk Türkçe çalışmadır. Sinema tarihinin 'en iyi bilinen mafya ailesi' Corleone'lerin iç ve dış
mücadelelerini, aile kurumunun tasvirini, verili sistemde karşılığı bulunan gangsterlerin hesaplaşmalarını ve şiddetin trajedisini seyretmek için değil, okumak için önemli bir fırsat sunuyor."

Sonra Sanatlog'dan söz ettim:

"Hakan Bilge Sanatlog için yazdığım ilk yazıyı 10 Eylül 2012'de yayımlamıştı. Sanatlog yazılarım o günden beri kesilmedi. Sanatlog da bu hızlı değişim ortamında yaşananların anlamlı bir kaydı olarak sanatın değişik alanlarından geniş bir düşünce aralığını yansıtmayı sürdürüyor. Yolunun açık olmasını diliyorum."

Sanatlog'la ilgili bazı yorumları aktarırken, profesyonel yaşamda olsa "Editöre yaranmak için neler de yazmış" dedirtebilecek sozler etmişim:

"Hakan Bilge hakkında yazmak, bu işleri yapmaya, yazmaya, düzenlemeye, geliştirmeye, iletişim kurmaya nasıl yetişebildiğini anlamak kolay değil. Dergilerdeki yazıları bir yana, Sanatlog'u sürdürmek bile bir insanın tüm zamanını alabilir."

Neyse ki daha güzel bir dünya için gerektiğinde büyük bedeller ödemeyi bile göze alarak gücü oranında katkı yapmaya çalışan gönüllü dostlar arasında bu tür sözler ancak gülümseten hoş anılar olarak kalıyor.

....

Hakan Bilge'nin özgeçmişini İnstela'da Markopaşa'nın yazdıklarından aldım:

"Sinema yazarı, editör.

1997'de Edebiyat Fakültesi'ne kaydoldu.

1999'da Evrensel Gazetesi'nin gençlik ekinde ilk yazısı yayımlandı.

2000'li yıllardan başlayarak çeşitli ulusal dergilerin yazı kurullarında görev aldı, sinema yazarlığı, sinema editörlüğü ve dergi editörlüğü yaptı.

Sinema ve edebiyat yazıları ile şiirleri Afrika Gazetesi, Afrodisyas Sanat, Akatalpa, Arkadaş, Ayna İnsan, Ayraç, Basad, Berfin Bahar, Bireylikler, Blog Dergisi, Cumhuriyet Kitap, Değirmen, Düşünkara, Edebiyat Ortamı, Edep, Ekin Sanat, Erciyes, Esrar, Evrensel Gazatesi, Evrensel Kültür, Film Arası, Göç Edebiyat, Göçebe, Güncel Sanat, Güney, Har Dergi, Hayal, Hayal Bilgisi, Herfene, Ihlamur, İkonia, İzafi, İstanbul, İzdiham, Kaos GL, Karabatak, Kıyı, Koridor, Kurgan, Kurgu Kültür, Kuyu, Mavi Yeşil, Merhale, Mor Taka, Müfredat, Mühür, Ozan Ağacı, Ozanca, Patika, Roman Kahramanları, Sivas Life, Siyah Beyaz, Sus Dergi, Şair Çıkmazı, Şiiri Özlüyorum, Temrin, Tuti, Türk Edebiyatı, Underground Poetix, Üçüncü Mevki, Varlık, Yaba Edebiyat, Yaşasın Edebiyat, Yedi İklim, Yeniyazı, Yolcu, Zalifre Yazıları gibi yayın organlarında ve başta Sanatlog olmak üzere çeşitli web sitelerinde yayımlandı. Kolektif kitaplara makale ve şiirlerle katkıda
bulundu."

1 Mart 2004’te Çağatay Gürtürk tarafından kurulan İTÜ Sözlük'ün Ocak 2015'te yurtdışına açılma planları doğrultusunda instela adını aldığını da böylece öğrenmiş oldum. (5)

Sanatlog deneyimi için de şunları yazdım:

"Hakan Bilge bağımsız olmanın çeşitliliğini ve esnekliğini, farklı bakış açılarının aynı ortamda özgün arayışlarla yansıtılabilmesini sağlayan bir yaklaşımla Sanatlog'da birleştirebilmiş. Özenli ve yoğun emek gerektiren bir editörlük çalışmasıyla, sinemaya ve sanatın her alanına başka gözlerle bakanları buluşturmasıyla, düşüncelerin ve sanatın kuramsal ve tarihsel birliğini aykırılıklara da yer vererek yansıtabilen bir ortam oluşturup geliştirmesiyle, güncelin içinde kaybolmamasıyla çok değerli ve yaşayan bir kaynak oluşturmuş."

....

Akıp giden zamanın içinde düşüncelerimiz kayboluyor, yaptıklarımız ve yazdıklarımız kalıyor. Yeni iletişim olanakları okuduklarımızı ve düşündüklerimizi daha kolay ve hızlı paylaşabilmemizi sağlıyor. İnternet ortamında her gün söylenenler ve dinlenenler yazıdan çok aklımızda uçuşan düşüncelere benziyor. Konuşanların kimler olduğu, konuların kitaplara mı söylentilere mi, gerçeklere mi çıkarlara mı göre seçileceğini belirliyor. Bilgisayarlar, tabletler, telefonlar üzerinden kurulan günlük ağın içerisinde çok farklı kişiler aynı salonlara girip adı konmamış sanal toplantılar yapıyorlar. Kimi edebiyatın ve sanatın en gizli derinliklerinin peşine düşerken kimi güncel
politikaların en ilkel dayatmalarının çizdiği sınırlarla belirlenen sığ kimliklerin dışına çıkamıyor.

Hakan Bilge 8 Şubat 2012 günü saat 20:04'te Tom Robbins'in Parfümün Dansı kitabından bir alıntı paylaşmış:

"Doğduğumuz zaman yuvarlak, keskin, saf bir yüzümüz vardır. İçimizde evren bilincinin kırmızı ateşi yanar durur. Ama yavaş yavaş bizi ana babalar yer, okullar yutar, sosyal kuruluşlar emer, kötü alışkanlıklar kemirir, yaş ise tüketir. Sindirildiğimiz zaman, tıpkı ineklerdeki
gibi altı mideden geçtiğimiz zaman, pis bir kahverengi tonunda çıkarız."

Gerçek yaşamda aklımızda kalan yüzlerin öyküleriyle, yeni dünyanın toplumsal ortamındaki yazılı ilişkilerin arasındaki en önemli fark bu olmalı. Başka bir boyutta tutulan ve kolay ulaşılamasa da belki hiç silinmeyecek sürekli bir kayıt.

....

Düşünceler anlık ve sürekli olarak paylaşılabilse de yazı bütünlüğünün önemi sürüyor. Günlük mesajların toplamları bir konuyu enine boyuna anlatmaya yetmiyor. Anlatı metni basılı olmayıp İnternet ortamında yayımlansa bile belirli kurallara mutlaka uyması gerekiyor. Kapsamlı
bir çalışmaysa ancak bir kitapla başkalarına aktarılabiliyor.

Hakan Bilge, yüz öyküsünde örnek olarak aldığım yazılarında Brief Encounters (David Lean) ve The Hurt Locker(Kathryn Bigelow) filmleriyle ilgili ayrıntılı değerlendirmeler yapmış.

Brief Encounters için filmin evrenselliğini şöyle açıklamış:

"1945’te, 2. Dünya Savaşı’nın bitim dönemlerinde çekilen Brief Encounter o dönemde çekilmiş birçok film gibi karamsar ve umutsuz bir izlenim verebilir ilk başta ve sırf bu niteliği ölçüsünde konjonktürel bir film olarak değerlendirilebilir. Ben böyle düşünmüyorum açıkçası. Filmin ele aldığı sorunlar yumağı psikolojik düzeyde seyretse de aslında evrenseldir de. Çünkü aşk, çünkü sevgi, çünkü evlilik evrensel kavramlardır ve doğal olarak da kadın ve erkeğin olduğu her yerde daima olacaktır. Bu nedenle evrensel bir filmdir ve klasik bir film olması da doğrudan bu özelliğinden kaynaklanmaktadır."

The Hurt Locker içinse şöyle demiş:

"Amerika her daim ‘öteki’ yaratmayı becermiş bir süper-devlet. Naziler üzerine propaganda yapıtları çektiriyor, Japonlara atom bombası hediye ediyorsa da filmlerinde bu gerçeği sürekli bastırıyor, Sovyet komünistlerini tukaka ilan ediyor; Çinliyi, Kuzey Koreliyi, Afganlıyı, Vietnamlıyı, İranlıyı, Iraklıyı eziyor, yokediyor, dışlıyor, ötekileştiriyor. Amerika için düşman veya ‘öteki’ sürekli değişse de ortak amaç ve hedef baki kalıyor. Kim ya da ne olduğu önemli değil; ‘öteki’ni aynada görmektense aynayı yerle bir ediyor."

Hakan Bilge'nin "The Godfather Mitosu" kitabıyla ilgili yazısında Serdar Durdu çalışmanın önemli yanlarını vurgulamış:

"Bir film veya seriyi tüm yönleriyle okuyabilmek, derin bir analize girişmek ve sadece o film üzerine kapsamlı bir kitap çıkarmak cesaret isteyen bir iştir. Film Arası Dergisi, Evrensel Gazetesi gibi pek çok yayın kuruluşunda yazıları yayınlanan Hakan Bilge’nin, geçtiğimiz haftalarda Şule Yayınları’ndan çıkan kitabı 'The Godfather Mitosu', Francis Ford Coppola’nın gangster filmlerinin çehresini değiştiren modern klasiklerinden Godfather üçlemesini analiz ediyor."

Yüz Öyküsü'nde Hakan Bilge'nin yansıması iki cümlede özetlenmiş:

"Bir filmi değerlendirebilmek için sinemaya, sinemayı değerlendirebilmek için sanata, sanatı değerlendirebilmek için yaşama, yaşamı değerlendirebilmek için evrene sağlam ve tutarlı bir açıdan bakabilmek gerektiğine kuşku yok.

Hakan Bilge'nin Sanatlog deneyimi ve yazılarıyla kurduğu dünya, çok yönlü ve değişik yönlere yayılabilen bakış açılarını evrensel bir tutarlılıkla birleştirmeyi başarıyor."

....

Hakan Bilge, Bertolt Brecht'le ilgili bir yazısında Rene Allio'dan bir alıntı yapmış:

Brecht’in Marksist olduğu hesaba katılmaksızın, Brecht’ten söz edilemez.”

Brecht'in sinemayla ilişkisini şu sözlerle tanıtmış:

"Tiyatro yazarı, şair ve kuramcı kişiliğinin yanı sıra, sinemayla da içli dışlı olan Bertolt Brecht; (1898–1956) özellikle 'yabancılaştırma kuramı' ile yüzyılın en büyük sinemacılarını, misal İsveçli auteur Ingmar Bergman’ı, Amerikalı tiyatro ve sinema yönetmeni Joseph Losey’i, Yunanlı şair-sinemacı Theo Angelopoulos’u, belli ölçülerde de Nouvelle Vague (Yeni Dalga) sinemacılarının
duayeni Jean-Luc Godard’ı etkilemiş; öte yandan, Fransız denemeci, göstergebilimci, yapısalcı Roland Barthes ve Frankfurt Okulu’nun önemli şahsiyetlerinden Alman düşünür Walter Benjamin gibi büyük isimlere yön vermiştir." (6)

....

Hakan Bilge, Metin Erksan'ın "Susuz Yaz" filmiyle ilgili yazısına (7) iki alıntıyla başlamış:

"Bir objeye duyulan sevgi, ona sahip olma isteğinden gelir." (Sigmund Freud)

"Eğer su, bilinçaltı için temel maddeyse, toprağa egemen olmalıdır. Toprağın kanıdır zaten. Toprağın yaşamıdır. Bütün manzarayı kendi yazgısına doğru sürükleyecek olan sudur." (Gaston Bachelard, Su ve Düşler)

Osman'ın kardeşi Hasan'ın bir sözünü aktarmış:

"Zalime boyun eğen adam da zalimdir."

Bu topraklar abilerden, babalardan çok çekti. Erkeklik yiğitliğin ve dürüstlüğün simgesi olarak değil, güçsüzü ezmenin ve elindekini almanın yolu olarak görüldü. Egemen söylem kadınları aşağıladı, "karı gibi zırlama" diyerek acımasızca saldırdı, yaraladı, öldürdü. Kadınları ağlatırken insanlığın acılarını büyüttü. Çocukların geleceğini katletti.

"The Godfather Mitosu" dünyadaki yaşamın her alanına işlemiş suç zincirinin anlaşılmasına, gelecek düşmanı güçlerin körleştirilmiş kitlelerce tanınmasına ne ölçüde katkıda bulunabilir, bilmiyorum.

Ama zalimin yaptıklarını anlamaya çalışıp anlatmak da zalime boyun eğmemektir.

5. İnstela, https://tr.wikipedia.org/wiki/İnstela
6. Hakan Bilge, Bertolt Brecht, https://www.izdiham.com/bertolt-brecht/
7. Hakan Bilge, Hakan Bilge'den Susuz Yaz: "Kadın Kısmını Ara Sıra Korkutmak İyidir", http://bianet.org/bianet/sanat/140216-kadin-kismini-ara-sira-korkutmak-iyidir