Uzaklardan gelen inleme
seslerini duyuyor musunuz?
Savaşın çığlıklarını
duyabilenler zaten duyuyor. Kulakları sağır olurcasına, yürekleri
parçalanırcasına, tüm bedenleri yiten her canla biraz daha
soğurcasına, yaralanıyor, tükeniyor, yaşarken ölümle
doluyorlar.
Peki duymayanlar? Ölümleri
hiç görmeyenler, ya da görseler de bu durumu ne zaman ve nasıl
tanımlandığını bilmedikleri "düşman" öbeklerinden
kurtulmak için zorunlu bulanlar?
Savaşı gerçek değil
tıka basa hamaset doldurulmuş bir ucuz kahramanlık filmi gibi
izleyenler?
Onlara savaşın acılarını
duyurmanın bir yolu var mıdır?
Ölenlerin gerçek
insanlar olduğunu, her birinin yıkılmış anneleri, babaları,
kardeşleri, eşleri, çocukları, dostları, sevdikleri ve sevenleri
olduğunu haykırmanın? Bir ölümün binlerce acı yarattığını,
bir yaranın binlerce başka yara açtığını anlatmanın?
Romanlarda sayfalar
arasına sıkışarak ölü bedenleri yüzlerce yıldır kemiren
kurtlar bu dehşeti anlatabilir mi?
Öyküler insana
insanlığını duyuracak çığlıklar atabilir mi? İnsan kalan tüm
insanlara ulaşabilir, ölüme karşı yaşama sahip çıkabilir,
bugünü ve geleceği savunabilir mi? (1)
....
2014, Birinci Dünya
Savaşı'nın başlamasının yüzüncü yılıydı. Konuyla ilgili
epey yeni yayın çıktı. Roman Kahramanları dergisinin Ekim/Aralık
2014 sayısında da bu konuda özel bir bölüm yer aldı. (2)
Mehmet Emin Özcan'ın
editörlüğünü yaptığı dosya, editörün Fransız romancı
Sebastien Japrisot'un "Nişanlıların Uzun Süren Bir Pazar
Günü" adlı romanını incelediği "Savaş: Uzun Süren
Bir Pazar" yazısıyla başlıyor. Romanı Fransız yönetmen
Jean-Pierre Jeunet senaryolaştırarak 2004'te beyaz perdeye
aktarmış, film aynı yıl Türkiye'de de "Kayıp Nişanlı"
adıyla gösterime girmiş.
Savaşı konu alan bir
sanat yapıtı ölümün karanlığını mı anlatmalıdır, en
dayanılmaz koşullarda bile yaşama sızan incecik bir umut ışığının
mutlaka bulunacağını mı?
....
Ayten Er,
"Bir 1. Dünya Savaşı Destanı:
Jean Giono'dan Büyük Sürü"
başlıklı yazısında savaşın gerçekliğiyle ilgili alıntılar
yapmış:
"Savaş aleyhine
konuştuğumda, dumanı tüten dehşetler hemen dudaklarımın ucuna
geliyordu. Ölülerin kokusunu duyumsuyordum. Deşilmiş karınları
gösteriyordum. Konuştuğum odayı, gözleri kuşlar tarafından
oyulmuş çamurlu fantomlarla dolduruyordum. Kokan dostlarım,
benimkiler ve beni dinleyenlerinkiler gözümün önüne geliyordu.
Yaralılar dizlerimin dibinde ölüyorlardı."
"Askerler, sürü
sürü toplar, yolların ortasında koyunlar gibi giderler. Muşambalı
adamlar, koyunlar gibi toplanmış adamlar."
" 'Mezbahaya!"
diyor Lapoule..."
"Kal burda, yanımda
kal, artık gitme. Elimi tut bırakma elimi. Kal burda, yapayalnız
korkuyorum. (...) Ölüyorum! Ne yaptım ki, günahım ne ki
yapayalnız ölüyorum? Hayvanlar gibi. Yapayalnız.. Yerde (...)"
Giono'nun kişileştirme
sanatını kullanarak bu ilk endüstriyel savaşın insanı ve doğayı
nasıl yok ettiğini daha bir görünür kıldığını, doğanın da
insan gibi savaşta acı çektiğini, mitralyözlerin demir
tırnaklarıyla böğrünü parçaladığını, toprağın inlediğini
gösterdiğini söylemiş.
"Sisin ötesinde,
arabaların altında toprak durmamacasına boğuk boğuk inliyor,
dalgalı denizler gibi uğulduyordu. (...) Derenin öte yanında
iliklerine dek parçalanmış memleket, dümdüz uzanıyordu. (...)
İnsansız ve ağaçsız. Top mermileri tarlaları oyuyordu."
"Ölüler
kımıldıyorlardı. Kokmuş etlerin serinliğinde sinirler geriliyor
ve şafağın içinde ağır ağır bir kol kalkıyordu. (...) Dünya
etle, kanla fazla şişmanlamıştı."
Roman boyunca üzerinde
ısrarla durulan görme, koklama ve işitme duyularının okuru
savaşın içine çektiğini, insan mezbahası betimlemesiyle
insanların nasıl değersizleştirilip nesnelere dönüştürüldüğüne
vurgu yapıldığını belirtmiş.
....
Çağrı Eroğlu,
Fransız yazar Alice Ferney'in başkişisi bir köpek olan 2003
tarihli "Savaşta" romanını konu alan "Prensin
Yolculuğu" başlıklı yazısında
bir ışık göstermiş:
"Yılmayan bir
yürekle hiçbir şey imkansız değildir; köpek Prens, tüm
duyuları uyarılmış olarak, içindeki sevginin sesini dinliyordu."
....
Geçen yüzyıl
savaşlarıyla ilgili yazılar, araştırmalar, romanlar tüm dünyada
herkesçe okunsa; 21. yüzyılın savaşları bu kadar kolay
sürdürülebilir mi?
Yazılanlar savaşın
karanlığını anlatırsa barışın değeri anlaşılır, insan
kalan herkes yaşamı savunmak için birleşebilir mi?
Yazılanlar en ağır
koşullarda bile yaşamın akmak için bir yol bulabildiğini
anlatırsa barışın kazanacağına inanç artar, yine barış için
birleşilebilir mi?
Yazılanların yanına
sinema, tiyatro, resim, heykel, bilinen ve bilinmeyen çağdaş
sanatlar eklenip yapıtlarını ve tüm güçlerini ortaya koysalar
barışın ağırlığı artar, savaşın korkunç çığlıkları
kesilip ölümcül saldırıları son bulur mu?
Sanat yaşamın neresinde
durabilir? Hangi yollardan geçerek hem geleceği, hem bugünü
kucaklayabilir?
Gerçek, sanatın yanında
mıdır? Sanat, gerçeğin yanında kalabilir mi? Düşler ne zaman
gerçekten daha etkili olur? Yalnızca insanları değil, insanlığı
kucaklamanın bir yolu var mıdır?
....
Mehmet Emin Özcan
"Savaş: Uzun Süren Bir Pazar"
başlıklı yazısında Fransız romancı Sebastien Japrisot'un
"Nişanlıların Uzun Süren Bir Pazar Günü" adlı
romanını incelemiş. Romanı Fransız yönetmen Jean-Pierre
Jeunet (3) senaryolaştırarak 2004'te
beyaz perdeye aktarmış, film aynı yıl Türkiye'de de ""Un
long dimanche de fiançailles" (Kayıp
Nişanlı)" (4) adıyla gösterime
girmiş. Film için verilen özet şöyle:
"1. Dünya Savaşı
sona ermekteyken, Mathilde isimli genç bir Fransız kadının en
büyük savaşı başlamak üzeredir. Mathilde, nişanlısı
Manech’in savaş mahkemesinde hüküm giyerek Fransa-Almanya
ordularının arasında kalan tarafsız bölgeye gönderilen beş
adamdan biri olduğunu ve bunun neredeyse ölüm demek olduğunu
duymuştur. Manech’ini sonsuza dek kaybettiğini kabullenmek
istemeyen Mathilde, sevgilisinin yazgısını öğrenmek için
olağanüstü bir yolculuğa koyulur. Her dönemeçte Manech’in bu
son günleri, bu son anları nasıl geçirdiğine dair farklı
yorumlar duyar. Yine de asla yılmaz... İnatla sürdürdüğü
neşeli tavırları ve umudunun güçlendirdiği şaşmaz inançla,
soruşturmasını sonuna kadar götürürken kendisine yardım
edenleri ikna, etmeyenleri de gözardı eder. Beş talihsiz asker ve
aldıkları vahşet dolu ceza hakkındaki gerçeğe yaklaşırken,
savaşın dehşetine ve hayatlarını etkilediği insanlarda
bıraktığı izlere de yakından tanık olur." (5)
Mehmet Emin Özcan,
Birinci Dünya Savaşı sırasındaki seferberlikte askere alınan
beş kişinin öyküsünü şöyle özetlemiş:
"Savaştan kurtulmak
amacıyla kendilerini yaraladıkları için savaş mahkemesi
tarafından ölüme mahkum edilen bu beş asker Fransız ve Alman
siperleri arasındaki 'insansız bölgeye' atılırlar. Buradan
yalnızca iki kişi kurtulacak, ancak kurtulan iki kişi de kimlik
değiştirdiği için, beşinin de ölmüş olduğu rapor
edilecektir. Romanda anlatım insansız bölgeye atılan askerler
arasındaki 17 yaşındaki Manech'in öyküsüne odaklanmış
görünür."
"Ancak esas
odaklanma, onun öldüğüne inanmayan ve araştırmaya koyulup
sonunda ona ulaşan sevgilisi Mathilde üzerindedir."
"Öykü boyunca
birbirlerine kavuşmanın yollarını deneyen bu iki roman kahramanı
sonunda bir tek kimlik içinde erirler."
"Romanda 'arayış'
ve 'savaş' temaları ile 'nişanlılık' birleşir ve metindeki
bütün anlamsal parça ve bütünlükleri birbirine bağlar."
Japrisot'nun romanındaki
ana kişileri hiçbir portre çizimine, kişilik betimlemesine
girişmeden, iç dünyalarının doğrudan çözümlemelerini
sunmadan nasıl anlatının odağına yerleştirdiği sorusuyla
ilgili örnekler vermiş:
"Roman savaştan
kurtulmak için kendilerini yaralamış beş askerin tanıtılmasıyla
başlar ve bu beş askerin simgesel mezarları için yazılmış bir
yazıtla biter."
"Romanın masal
biçiminde başlaması bir yandan düş dünyasının hoş
zararsızlığı ile gerçek savaşın dehşetini ve korkusunu
zıtlaştırır, öte yandan aynı cümle bu düşsellik-gerçeklik
arasında sert bir geçişi belirler."
Anlatının sonunda
savaşan askerlerin belirsiz varoluşunun iğreti bir mezar yazısıyla
vurgulandığını belirtmiş:
"Beş Fransız askeri
yatıyor burada, ayaklarında postallarıyla, öldüler, rüzgarın
peşinden giderken; yer: güllerin solduğu yer; tarih: çok uzun
zaman önce."
Anlatının kişileri,
konusu, yeri ve anlatı zamanı ortaya çıktıktan sonra anlam
eksenlerinin de belirginleşmeye başlayarak savaş ve barış
üzerine kurulduğunu söylemiş:
"Bir yandan
askerlerin vahşice iki siper arasında terkedilmeleri, onların ne
zaman geleceği belli olmayan ölümle baş başa bırakılması
savaş yönünü gösterir. Diğer yandan bu sırada kaybolan askerle
simgelenen kayıp insanlık, kötürüm bir genç kızın saflık
arayışıyla barışı simgeler."
"Bu arayışın en
büyük itici gücü Mathilde'in Minech'e duyduğu aşktır."
"Çocukluk yıllarının
anılarını taşıyan her iki anlatı kişisi bu çocuksuluklarını
hiç yitirmemişlerdir."
"İki roman kahramanı
hafıza ile unutuş konularını tarihin ve zaman algısının,
dolayısıyla insanın bireysel ve sosyal varoluşunun temeline
yerleştirir."
"Mathilde ile Manech
kirlenmemiş çocuksuluğu, kirliliğe yol açan eril şiddetin
karşısına koyar. Bu nedenle iki kahramanın eril-dişil ayrımını
zihinsel düzlemde yok ettiğini de gözlemleriz."
Japrisot'nun iki
kahramanının Birinci Dünya savaşı'nı temel almakla birlikte
aslında kavram olarak savaşı, yok etmeye yönelten ilkel dürtüyü
hedef aldığını belirtmiş.
....
Acı denizi kabarıyor, yükseliyor. Acılar büyüyor.
Acı.
1804'te ne olduğunu
biliyor musunuz? Peki 9 Ağustos 2015'te?
1804 dünya nüfusunun 1
milyara ulaştığı yıldır. 2015 yılında belirtilen tarihte saat
6:31'de ise dünya nüfusu 7,358,664,203 olmuştur. Dünya nüfusunun
bu yazıyı bitirdiğinizde ya da aklınıza gelen herhangi bir anda
ne kadar olduğuna bakabilirsiniz. (6)
Dünyanın dört bir
yanına dağılmış, zenginleştikçe ve teknolojiyle ilişkileri
arttıkça birbirine daha çok bağlanan, kimi çağının ötesinde
yaşarken bir bölümü de insanlığın ilk dönemlerinde kalmış,
7 milyardan 8 milyara doğru hızla çoğalan bunca insan. Kıtalar
arasında, ülkeler arasında, sınıflar arasında, katmanlar
arasında, devletler arasında, kurumlar arasında, şirketler
arasında inanılmaz farklılıklar.
Doğaya karşı
güçlendikçe birbirine acımasızlaşan insan. Gücü arttıkça
doğaya meydan okuyan, ondan kopan bir yabancı.
İnsan kendisi yarattığı
bu yeni acıları dindirmenin, yaşamanın sonu gelmez savaşlarla
değil, asla geri dönüşü olmayacak, tüm insanları, canlıları,
doğayı kaplayacak kalıcı bir barışla sürmesini sağlamanın
bir yolu var mıdır?
Dünya üzerindeki her bir
kişi, dünyanın 7 küsur milyarda biridir. Bu değer bilimsel
olarak 1.35894 e- 10 biçiminde gösterilir. Pratik olarak SIFIRdır.
İnançları, görüşleri,
dayanakları, bakışları ne olursa olsun.
Dünyada bu kadar az yer
kaplayan kişiler, bir insanı öldürecek, kendilerini ve yüzlerce
insanı havaya uçuracak, binlerce insanı savaşa gönderecek,
milyonları yerinden sürecek, milyarları tehlikeye atacak kararları
alırken haklı olabilirler mi?
Üstelik şu anda
neredeyse sıfır olan oranın, günün birinde şu an yaşayan
herkes için yokluğa eşitleneceğini, er ya da geç dünyayı
bırakıp gideceğimizi bilirken.
....
Dünya nüfusunun
kilometre taşları:
7 milyar: 2011
6 milyar: 1999
5 milyar: 1987
4 milyar: 1974
3 milyar: 1960
2 milyar: 1927
1 milyar: 1804
Twitter'da ilk mesajı 21
Mart 2006'da Twitter'ın yaratıcısı Jack Dorsey göndermiş.
Gönderilen mesaj sayısı
ancak üç yıldan sonra, 2009 Haziran ayının sonunda bir milyara
ulaşmış.
Bugün iki günden az bir
sürede bir milyar Twitter mesajı gönderiliyormuş.
Niçin bu kadar çok mesaj
gönderiyoruz?
Düşüncelerimizi
iletmek, bilgiyi paylaşmak için mi, rahatlamak, iyi zaman geçirmek,
dünyayı anlamanın (ya da başkalarını, geçmişi, geleceği,
insan etkinliklerinin ayrıntılarını anlamanın) yeni yollarını
bulmak için mi, yaşadığımızı hissetmek için mi, er ya da geç
öleceğimizi unutmak için mi?
Yoksa bu, hayatta kalmak
için solumanın yalnızca yeni bir yolu mu? Uzay, doğa ve insanlık
kavramlarımızın doğruluğuna güveniyor muyuz? Dünyanın artık,
küresel olarak bağlanmış dev tüketim merkezleriyle, bir tür
Nuh'un Gemisi'ne benzediğini görebiliyor muyuz?
Hayata inanıyor ve doğaya
saygı duyuyor muyuz? İnsanlık sınırları içinde yaşayabilir
miyiz?
Yoksa kaçınılmaz sonu
unutmak ve kendimizi kötülükten uzak tutmak için başka inançlara
mı ihtiyaç duyuyoruz?
Bugünün karmaşık ve
vahşi dünyasının koyu sisinde insanlığın sınırları tümüyle
gözden kaybolursa ne olur?
....
Hepimiz insan
türünün aynı öyküsünü
anlatıyoruz. Baktığımız yön, kim ve nerede olduğumuza bağlı
olarak değişebilir.
Aristo, Balzac,
Baudelaire, Byron, Dante, Dickens, Dostoyevski, Flaubert, Goethe,
Gorki, Hugo, Hegel, Homeros, Machiavelli, Proust, Rousseau, Spengler,
Steinbeck, Stendhal, Marx, Plato, Taine, Tolstoy, Zola, Voltaire, kim
olursak olalım.
Söylediklerimiz, evrenin
içinde gördüğümüz ve hissettiğimiz gibi söylenmiş, yaşamın
tek bir öyküsüdür.
Bugün dünyanın değişik
bölgelerinde yaşayan pek çok yazar var. Çoğu küresel ağlarda
okuyucuları ve diğer yazarlarla bağlantı içinde. Yalnızca
yazarlar değil, milyarlarca insan yirmi birinci yüzyılın bu yeni
çağında birbirine bağlı.
Bu yeni çağda mega
kentlerin meydanlarının ve caddelerinin farklı anlamları mı var?
Dünyada hâlâ çok fazla
acı olduğunu düşünüyor musunuz? İçeriden ve dışarıdan
acının nasıl göründüğü hakkında bir fikriniz var mı?
Değişik yerlerde, bu veya diğer yandan bakan kişilerce nasıl
göründüğü. 17 Eylül 2011'de New York'ta Wall Street
bölgesindeki Zuccotti Parkı'nda başlayan Occupy Wallstreet
hareketini nasıl hatırlıyorsunuz? Ya 2011'de Hüsnü Mübarek'e
karşı devrimin odağındaki Tahrir Meydanı'nı, Taksim Gezi Parkı
Türkiye'sindeki ve bazı Brezilya kentlerindeki 2013 protestolarını?
Parklar farklı
protestoları da konuk edebilirler. Hyde Park'ta yapılması
planlanmış "Plaja hazırım" reklamlarının protestoları
gibi. Yeni iletişim araçlarının yoğun kullanımı geniş bir
alana yayılan protesto biçimlerinin ortak bir yanı olarak
görülebilir.
Kitleleri hızla harekete
geçirebilen bu tür çıkışlar, sosyal iletişimin ve çözüm
arayışlarının yeni yollarıdır.
Uzun bir deneme yanılma
döneminin sonrasında dünyanın değişik yerlerindeki meydanların
yerini tek bir "küresel sanal meydan" mı alacak?
Gerçek insanların gerçek
protestolara avatarlarıyla katılacakları, karar vericilere ve
uygulayıcılara gerçek taleplerini söylemek için düşüncelerini
ve isteklerini paylaşacakları bir meydan.
Yönetenlerin bu sessiz
mesajları anlayabilecek yetenekte olduklarını (ya da
olabileceklerini) düşünüyor musunuz?
....
Yaşadığınız topraklar
dünyanın bu tarafından nasıl görünüyor, biliyor musunuz?
Dünyanın bu tarafında
neler olduğunu görebiliyor musunuz?
Sizin için "
dünyanın bu tarafı", nerede yaşadığınıza bağlıdır.
Dünyanın farklı bölgeleri arasındaki bağlar çağımızda
tarihte hiç olmadığı kadar güçlüdür.
Milyarlarca insan her şeyi
görebilir. Başkalarının nasıl yaşadığını, neye
inandıklarını, ne düşündüklerini, onlara nasıl baktıklarını
görebilirler.
Başka yaşamların
ayrıntılarını bilmek farklı kültürlerin anlaşılmasında
yardımcı olabilir.
Ama kontrol edilemez bir
öfkeyi de yükseltebilir, dünyanın diğer tarafıyla arada kabul
edilemeyecek seviyede bir fark varsa.
Dünyada çok fazla acı
var. Bazı kıtalarda, bazı bölgelerde çok daha fazla. İnsanlık
uluslararası bir dil konuşabilir mi? Bu dünyadaki tüm insanların
ruhları var mıdır?
Sizin için "dünyanın
bu tarafı" nedir? Şu anda Kobane'de yaşasanız ne
hissederdiniz? Bazı militanların sıradan, masum insanlara karşı
inanılmaz saldırılarını duydunuz mu? Yaşamın evlerini
bilinmeyen bir geleceğe doğru terk etmek zorunda kalmış
milyonlarca insan için ne kadar zor olduğunu biliyor musunuz?
Dünyanın diğer
taraflarından insanlar gelip sizin yaşamınızı gördüklerinde ne
hissederler?
Irak'ta, Suriye'de,
Nijerya'da, dünyanın pek çok başka yerinde neler oldu, neler
oluyor, biliyor musunuz?
Küresel köyümüzde
güvende miyiz?
....
Dünya nüfusu
bilgilerinden yola çıkan ve yukarıda bir bölümünü aktardığım
Acı
başlıklı yazı, yüzlerce kişinin yaşamını yitirdiği 10 Ekim
2015 Ankara ve 13 Kasım 2015 Paris saldırılarından önce
yazılmıştı.
Bugün biraz daha küçülmüş
değil mi acıların acımasızca dört bir yana ulaşabildiği
küresel köyümüz?
Savaşın soğuk eli daha
korkunç bir saldırganlıkla sıkmıyor mu çocukların ve gençlerin
boğazını?
....
1914'te başlayan ilk
büyük savaştan yüz yıldan fazla zaman sonra, üstelik bilgi ve
iletişim çağında, aynı büyük acılar nasıl bu kadar kolay
yaşatılabiliyor, savaş yanlıları öldürme sistemleri için
gerekli kurbanları nasıl bu kadar kolay bulabiliyorlar? İnsanlar
nasıl takılıyorlar ölüm savunucularının peşine, düşünüp
sorgulamayı akıllarına bile getirmeden, nasıl atıyorlar
kendilerini öldürmenin ve ölmenin karanlığına, nasıl
gönderiyorlar canlarını, canlarından çok sevdiklerini Jean
Giono'nun Büyük Sürü'sündeki mezbahanın yirmi birinci yüzyıl
sürümlerine? Nasıl göze alıyorlar yeniden aynı acı sözlerle
ölmeyi:
"Ne yaptım ki,
günahım ne ki yapayalnız ölüyorum? Hayvanlar gibi.
Yapayalnız..."
1. Mehmet Arat,
Öykünün Çığlıkları,
http://blog.milliyet.com.tr/oykunun-cigliklari/Blog/?BlogNo=516387
2. İbrahim Dizman, Savaş
ve Edebiyat; Mehmet Emin Özcan, Dosya: 1.Dünya Savaşı; Roman
Kahramanları Sayı 19 Ekim/Aralık 2014
4. Jean-Pierre
Jeunet, Un long dimanche de fiançailles,
http://www.imdb.com/title/tt0344510/?ref_=nm_flmg_dr_4
5. Jean-Pierre
Jeunet, Kayıp Nişanlı (Un long dimanche de fiançailles),
http://www.sinemalar.com/film/1126/kayip-nisanli
6. Worldometers,
http://www.worldometers.info,
Data as of August 9, 2015 at 6:31:15 AM
7. Mehmet Arat, My Tweetures 2014: SORROW, https://mehmetarat2000.wordpress.com/2015/08/23/my-tweetures-2014/
7. Mehmet Arat, My Tweetures 2014: SORROW, https://mehmetarat2000.wordpress.com/2015/08/23/my-tweetures-2014/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder