29 Ağustos 2019 Perşembe

Selim'in Küçük Öyküleri


İki bin on iki yılı, benim yeni bir dünyada yaşamaya başladığım yıldı. Nasıl olduysa, yazılmamış bir öykümden kaçan Selim de aynı zamanda geldi, Sima'yı buldu, öyküler yazmaya başladı. Yılı, "Yılın Son Günü" öyküsüyle bitirdi. (1)

Aradan yıllar geçti. Selim yazdığı öykülerin çoğunu bir yerde toplamıştı. Ama küçük öyküleri dağınıktı. Annesiyle ilgili bir öykü yazdığını biliyordum. (2) Onu bulmam zor olmadı. Diğerleri içinse biraz uğraşmam gerekti. Derleyebildiklerimi bir araya getirmek istedim. "Selim'in Küçük Öyküleri" böyle ortaya çıktı.

Bu zor ve gittikçe ağırlaşan koşullarda yeni bir yıla girerken, Sanatlog okurlarının da Selim'de kendilerine dost sesler bulmasını umarak, Selim'in Küçük Öyküleri'ni paylaşmak istedim.

....

Selim'in yazdığı ilk küçük öykünün hangisi olduğunu bilmiyorum. Ama onun yüreğinden kopup gelen ne varsa, hepsinin esinlerini perilerden aldığına ben de inanıyorum. Bu yüzden attığı ilk adım, yazdığı ilk satırlar, çağlar öncesinden gelen o büyülü dokuz peri olmalı. (3)

Sonrasında yazdıkları biraz dağınıktı, ben de pek fazla yoğunlaşamadım. Olabildiğince bulmaya, toplamaya, düzenlemeye çalıştım. Bazılarına kolay ulaştım, birkaçınıysa epey aramam gerekti. Pek bir değişiklik yapmadım, yapamadım. Elime geçtiği sırayla aktardım. Kuşkusuz sağda solda gizlenmiş, bulunmayı bekleyen başka küçük öyküleri de olabilir. Örneğin, hiç istemediği bir durumda kaldıktan sonra yazdığını sandığım şu söz, son anda karşıma çıktı:

YOK OLUŞ

Geçen hafta birisi beni öldürdü. Katilimi bulmak için tutabileceğim bir sanal detektif var mıydı, bilmiyorum ama insanların topluca katledildikleri bir dünyada kendi yok oluşumla uğraşmayı gereksiz buldum. (4)

Belki kendisi öyle düşünmemişti ama yazdıkları pek acı bir deneyimi yansıtan bir öykü gibi geldi bana. Aslında bu notu ilk bulduğumda hemen ona gitmek, konuşmak, hem onu rahatlatmak, hem de kendim rahat bir soluk almak istemiştim. Olmadı. O sıralar yine çok yoğundum. Yirmi birinci yüzyılın sistemin bir parçası olma ayrıcalığını elde etmiş bireylerinden birinin, kendisine ve yakınlarına ayıracak yeterli zamanı bulması beklenebilir mi?

Bunu da bir öykü olarak mı yazmıştı acaba?

Bilmiyorum. Ama Selim'in bulabildiğim tüm yazı parçalarına Selim'in Öyküleri'nde yer vermeye karar verdim. (5)

....

SELİM'İN KÜÇÜK ÖYKÜLERİ



UZAKLARDAKİ ATEŞ

Uzaklarda bir ateş yanıyordu. Herkes biliyordu ki günün birinde sönecekti. Yine de o kaçınılmaz sona dek onun içlerini ısıtmasını, çiçeklerin güzelliğini yumuşak bir ışıkla boyamasını istiyorlar, bu küçük sevinçlerde büyük mutluluklar buluyorlardı.



SAĞDAN SOLDAN

Bugün ne yaşarsam, nelere tanık olursam, hepsini ve bendeki tüm izlerini.

Küçücük bir öyküde toplayabilir miyim?

Sağdan, soldan, yukarıdan aşağıdan, önümden ve arkamdan, geçmişten ve gelecekten, ortadan bir günde. Bir merkez bulabilir miyim?

Yaşananları olduğu gibi, özgürce görebilir miyim? Yoksa artık yalnızca ve yalnızca uçlarda güçlenip aynı yalanları söyleyenlerin mi sesi duyulacak? Merkez silindi mi? Ortalar yok mu oldu? Artık yeniden ya efendi ya köle olmak mı gerekiyor? Özgür yaşamın sonu mu geldi?

Bir çıkış yolu bulabilir miyim? Başlangıcına kimi çağırabilirim? Merkezde çevreye bir çember çizebilir miyiz?

Bir halkanın sonu neresidir? O sonu hangi medya yazar?



SÖZ BÜYÜSÜ

Bir gücü var mıydı acaba sanatın? Sanatın? Bir gücü?

Sesler ve imgeler, hepsi ve her biri bir simge miydi? Görüntü ve sesler, imge ve simgeler, büyüleri...

Sanatın gücü, görüntü mü ses mi, imge mi simge mi, yoksa yalnızca ve bir tek gizli bir büyü müydü?

Hepsi birleşip coşunca ve coşkuyla yükselince yeni bir ışık mı oluyordu?

Sözün büyüsü müydü bu?

Tüm sesler ve ışıklar, renkler ve tonlar, görünmeyen ve hissedilmeyen tüm izler.

Hangi sözü söylüyordu?



ANAHTARLAR

Söylenecek sözler bitmişti. Yeni bir başlangıç yapmak gerekiyordu.

Gidilecek yer belirsizdi. Nasıl ve ne zaman olacağı bulutlu karanlıkların ardına gizlenmişti.

Söz sustu. Resim, heykel, karikatür, müzik ve edebiyat sessizliğe gömüldü. Sanki gidecek hiçbir yer kalmamıştı.

Sonra öyküler konuştu. Havada anahtarlar uçuştu. Doğanın ve yaşamın sesini duymak, duyurmak isteyenlere ulaştı. Resim olup tuvallerden gözlere, şarkı olup duyabilen yüreklere, ses olup düşünen vicdanlara taşındılar.

Anahtar öyküler bu dünyadan geçmiş milyarlarca insanın iziydi.

Yeni bir dil oldular.



YEŞİL İLE KIZIL

Yeşil ormanın, kızıl güneşin rengiydi.

Güneş milyarlarca yıldır parlıyordu. Orman? O kadar değil.

Kara, uzayın boşluğuydu.

Kızıl ile kara çatıştı. İnsanlar renkleri paylaştılar. Paylaşamadılar.

Kara, insanların kör inançlarıydı. Kızıl, güçtü, yönetmekti, kazanmaktı. Yüzyıllar geçti. Çağlar açıldı, kapandı. Bir tren küçük bir adadan yola çıktı. Dünyayı dolaşıp her yana ulaştı. Sonra mavi gezegen hızla kapanmaya, ışıkları örtülmeye başladı.

Kör inançların rengi değişti, yeşil oldu. Gücün rengi değişti. Yeşil oldu. Güçler çatıştılar. Çıkarlar korundular ve yok ettiler. İnsanlar büyük yokedişin aşamalarına adlar taktılar. "Bu kölecilik, bu feodalizm, bu kapitalizm, bu emperyalizm, bu sosyalizm, bu küreselleşme, bu yeni dünya düzeni" dediler.

Doğanın ve ona tutunmak isteyen insanın acıları değişmedi. Ürkek ve çaresiz, çevrelerine bakındılar. Denizlerin maviliğini, ormanların yeşilini, karların ve bulutların beyazlığını, toprağın kokusunu yeniden bulabilmek, hissetmek istediler.

Bayraklardaki renklere, yeşillere, kızıllara, karalara baktılar.

Hangi bayrak güneşin parlattığı bulutların renginin gücüne ulaşabilirdi? Dünyayı kaplayan büyük denizin maviliğine? Yüksek dağları örten karların beyazlığına? Göğe uzanan ağaçların yeşiline? Uzak yıldızların derin karanlıktaki ışıltılarının inceliğine?

Yeryüzündeki yeşilin, kızılın, siyahın ve uydurulan diğer tüm renklerin değerini, ancak kendi değersiz paraları ölçebilirdi.



KEDİ DİLİ

Dil, duyguları düşünceleri ve gerçekleri mi anlatır?

Yazılanlar ve söylenenler nereden gelir? Algılananlar nasıl bulunur?

Kedi dili, basın dili, yılan dili. Hangisi en doğruyu en güçlü anlatır, en büyük etkiyi yapar, umut olur, yaşama sevinci verir?

Dayanılmaz gerçekleri hangi dil anlatabilir?



BUZDAĞININ SONU

Buraya nasıl geldiğini kimse bilmiyordu. Gelmişlerdi işte.

Ne kadardır burada yaşadığını kimse bilmiyordu. Yaşıyorlardı işte.

Niçin başkalarına bu kadar uzak ve farklı olduğunu hiçbiri bilmiyordu. Uzaktılar, farklıydılar, birbirlerini sevmiyorlardı işte.

Yaşam sıkıcı ve yorucu, katlanması zor bir işti. Küçücük bir alanda, kendi güçlerine güvenerek yaşamak zorundaydılar.

Sıkıntı çekmiyorlardı. Üzerinde yaşadıkları küçücük buzdağı her istediklerini veriyordu.

Ama paylaşmayı bilmiyorlar, birbirlerini sevmiyorlar, hiç anlaşamıyorlardı. Buzdağının cömertçe verdiklerini bölüşürken çoğu kez çatışıyorlardı. Küçük sorunlar büyük savaşlara neden oluyordu. Küçücük adacıklarında bunca olay yaşanabilmesi şaşırtıcıydı. Böyle küçük bir yerde böylesine büyük kavgaların ve yeni kültürlerin ortaya çıkmış olmasına inanmak zordu.

Buraya nasıl geldiğini kimse bilmiyordu. Gelmişlerdi işte.

Ama burada kalamayacaklarını hepsi biliyordu. Umutsuz bir çaresizlikle başlarına gelecekleri kabul etmişlerdi.

Buzdağının sonu geliyordu. Erimesi artık kaçınılmazdı. Burada yaşayan bu küçücük topluluğun sonu da onunla birlikte gelecekti.

Bunu hatırladıkları anda, karşı tarafa daha büyük bir öfkeyle saldırarak kendilerini unutmaya çalışıyorlardı.



ŞANS

Yazmak onun için hep çok önemli olmuştu.

Yazmış, yazdıklarını beğendikçe mutlu olmuş, yeniden, daha çok yazmıştı.

Ama bir gün yazmış oldukları çok ağırlaşmış, yazamadıklarıyla birlikte onu da ezmeye başlamıştı. Yazdıklarından kurtulması gerekiyordu.

Yayınevlerinin peşine düştü. Tatlı düşü karabasana dönüşmüştü. Kapının her kapanışında varlığı biraz daha eksildi. Tükeniyordu, ölüyordu. Sonunda şans yüzüne güldü. Başarıyı hızla tattı. Kitabı artık her yerdeydi. Sevinç içinde kendini sokağa, caddelere, insanların arasına attı. Yaşama gücünü yeniden bulmuştu.

Bu sırada, karşıdan gelen birinin elinde, tanıdık bir yüz olduğunu gördü. Dört bir yana yayılmış okurlarından birinin elindeki kitabının arkasındaki fotoğrafıydı bu. Sevinç içinde ve gururla yürümeye başladığında okurunun da onu gördüğünü anladı.

Bir patlama sesiyle yere yıkılırken duyduğu son ses, hiç tanımadığı birinin elindeki silahtan çıkmıştı.



TOPRAĞIN ÖCÜ

"Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker."

Cansız bedeni toprakta kıpırdadı. Ne kadardır buradaydı? Yukarıda, bulutların üzerinde dalgalanan kırmızılı kumaş parçasına baktı.

"Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır."

Toprağın altında tohumdan çok, kendisi gibi erken girmiş arkadaşı olduğunu düşündü.

"Toprak uğrunda ölen varsa vatandır."

Gömüldüğü karanlıktan vatanı görmeye çalıştı. Çiftlikleri, dev üretim ve tüketim merkezlerini, beton blokların soğukluğuyla yükselmiş ölü yaşam alanlarını seçebildi.

"Bunlar için mi girdik toprağın altına?" diye sordu.

Bir fısıltı duyuldu. "Demek sonunda anladın kimin dost olduğunu."

Bir kıpırtı oldu. Biraz daha derine indi. Bir gürültü, çatlama sesleri duyuldu.

Taş taş üstünde kalmıyor, hep birlikte toprağa karışıyor, ufalanıp aynılaşıyorlardı.

"Benim sadık yarim kara topraktır."

Son seslerin ardından bu sözlerle başladı büyük sessizlik.



GÜZEL BİR SON

Patlayıp ölmek için yaratıldığımı ne zaman anlamıştım? Bilmiyorum.

Neredeydim, kiminle ve kimlerleydim, o andan sonra neler yaşamıştım, başımdan neler geçmişti ve neleri hiç yaşayamamıştım? Bilmiyordum.

Beni ve benimle birlikte tüm izleri yok edecek büyük patlamanın gelmesini önleyebilir miydim? Bilmiyordum.

Bu patlama varlığını bilmediğim ve ulaşamadığım bir bilinçaltında yaşadığımız evrenin başlangıcı olarak inanılan, görülen ya da ispatlanan büyük bir patlamayla ilgili olabilir miydi? Bilmiyordum.

Yalnızca acı çekmeyeceğimi, değersiz geçmişimin ve tüm acılarımın bir anda silineceğini, sonra yeniden ve bambaşka biri olarak yepyeni ve güzel bir dünyada doğacağımı düşünüyordum. Buna inanıyordum.

Yaşadığım yıllarda görüp tanık olduğum hiçbir gerçeğe inanmadığım kadar.

Böyle güzel, böyle inanılmaz bir sonu benden kim çalabilirdi? Annelerinin kucağında ağlayan bebekler, sevgilisine sarılmış kızlar, babalarıyla balık tutan gençler mi?

Son anda göz göze geldiğimiz, "Niçin daha önce görmedim böyle bakan birini?" diye aklımdan geçirdiğim güzel yüz bile beni durdurmayı başaramadı.



DİŞI

En doğru düşüncenin, en haklı inanışın, en yüce değerlerin kendilerinde, yalnız kendi köklerinden gelip aynı inancı en sorgulamaz biçimde benimseyen bu harekette olduğuna inanıyorlardı.

Kör bağlılıkları onlara güç verdi. Büyüdüler, geliştiler, çoğaldılar, yayıldılar, yaşadıkları toprakları kapladılar, kendileri dışındakilere korku saldılar, diğer yaşam izlerini neredeyse tümüyle sildiler.

Bir gün daha kör ve saldırgan bir inançla karşılaşınca hiç şaşırmadılar, kendilerine katılmamış birkaç kişiye "Bakın bizden kötüsü de var, sizi onlardan korumak için buradayız" dediler.

Önce bu DİŞİ'nin ne olduğunu anlamadılar, korunabileceklerini ve kendilerine bağlayabileceklerini sandılar. Oysa DİŞİ'nin gücü hızla arttı. Onlara yöneldi, üstlerine geldi.

Kör inançlarına karşın korktular. Bu yeni örgüt onları, yalnız onları hedef alıyordu. DİŞI, "Değersiz İnançların Şuursuz Irmağı".



İKİ KADIN

Bugün iki kadın gördüm.

Konuşuyorlardı.

Birinin başı örtülü, diğerinin açıktı.

Biri genç, biri yaşlıydı.

Genç görüyor, yaşlı görmüyordu.

Genç kaygılı, yaşlı mutluydu. Gencin yüzü kararmış, yaşlınınki aydınlıktı.

Konuşuyorlardı, konuşurken gülüyorlardı.

Yaşam geçmiş miydi, bugün müydü, gelecek miydi?

Yollarımız ayrıldı. Üç ayrı dünyaya döndük.



KARABASAN

"Uyandım. Karanlığı fark ettim önce. Sonra yanımda olmadığını. Sonra hiçbir zaman yanımda olmamış olduğunu. Sonra hiç olmadığını. Uyumaya çalıştım. Olmadı. Uyanmaya çalıştım. Olmadı. Uyanık bir kâbusun içindeydim. Dünya bir karabasandı. Yaşamım ölümdü."

Selim yine ağlıyordu, yine ağlıyordu, yine ağlıyordu.

"Geçmişim yok, geleceğim yok, ben yokum."

Vicdansız bir toplumun vicdanı olunabilir miydi?

Yaşananlara inanamıyor, olup bitenlere kahroluyordu. Dayanamıyor, çaresizlikten ölüyordu. Çocukların gözyaşlarını yüreğinde hissediyordu. Ölümler birer kor gibi içini yakıyordu.

"Büyümeyi öğrenemedim. Büyümeye katlanamadım. Büyüyerek yaşayamadım."

Selim ağlıyordu. Birdenbire radyoda başlayan çocuk şarkısına dayanamamıştı, içinde biriken ne varsa gözlerinden akmaya başlamıştı.

"Keşke gücüm olsaydı" dedi. Tekrarladı, "keşke gücüm olsaydı." Tekrarladı, tekrarladı, haykırdı.

Yine sözcüklere sığındı.



İNSANLAR İYİ

Sokakta dolaşırken gördüğüm yüzlere bakıyorum, kimi üzgün, kimi neşeli; acılı, kaygılı, umutlu, coşkulu, iyimser, kuşkulu, karamsar ve kimi sözlerle anlatılamayacak kadar karmaşık duygular içinde yüzlerce, binlerce, on binlerce insan. Bu toprakların güzel insanları.

Bir insan yaşamı boyunca kaç yüz görür? Kaç yüzü gerçekten tanır? Kaçına inanıp bağlanır, peşinden gider? Kaçıyla tüm bir yaşamı birlikte geçirmeyi düşünür, bunu gerçekten ister, çok ister, ölesiye ister, öldüresiye ister?

İnsanlar iyi.

Yaşamaya, kendilerinin ve sevdiklerinin bugünlerini, yarınlarını korumaya çalışıyorlar. Yalnızken kimse bir başkasına zarar vermeyi düşünmüyor. Yalnızca kendilerine sığınıp güven duyacakları bir alan bulmak, doğanın verdiği tatları yaşamak, rahat etmek, mutlu olmak istiyorlar.

İnsanlar iyi.

Peki tüm bu kötülükleri kim yapıyor? Kim bebeklerin üzerinden tankla geçmeyi, çocuklara tecavüz etmeyi düşünecek kadar acımasız olabilir? Kim insanları yakmakta, kafalarını kesmekte, onlara işkence etmekte, çıplak bedenleri canlıyken ve öldürdükten sonra sürükleyip teşhir etmekte sakınca görmeyebilir? Kim, suçlu suçsuz haklı haksız genç yaşlı bebek çocuk kadın erkek dost düşman, kim olduklarını ve geride kimlerde ne acılar bırakacaklarını aklına bile getirmeden insanları topluca öldürebilir? Kim insanları yaşadıkları topraklardan, tüm canlıları dünyadaki yaşam alanlarından uzaklaştırıp bilinmeyen bir karanlığa göndermeyi göze alabilir?

İnsanlar iyi.

Peki tüm bu kötülükleri kim yapıyor?

....

Selim uzun süredir yaşarken, gazete okurken, televizyon izlerken, haber ve yorumlara bakarken büyük, dayanılmaz bir acı çekiyordu. Gördüklerine inanamıyordu. Tüm bunlar, hele böyle bir çağda, insanlığın geçmişte büyük acılar çekerek ulaşabildiği 21. yüzyılda nasıl yaşanabiliyordu?

Kendini inandırmak ister gibi mırıldandı. İnsanlar iyi. Tekrarladı. İnsanlar iyi. İnsanlar iyi. Bağırdı. İnsanlar iyi. İnsanlar iyi. İnsanlar iyi. Daha çok bağırdı. İnsanlar iyi. Susmadan, ara vermeden, sesi kısılana kadar bağırdı.



KÂĞIT MENDİL

(Selim'in küçük öykülerinden biri, nasıl olduysa, Sanatlog'daki yazılardan birine (6) girmiş. Son öykü de o olsun.)

Kâğıt Mendil

Yaşamı boyunca hep kaçmıştı, son anlarında yine kaçmaya çalışmıştı. Güvenebileceği, sığınabileceği, saklanabileceği tek bir kapı bulamamıştı. Gençliğini çocukluğunda yitirmiş, düşünebildiği en büyük yaşın yorgunluğuyla on yedisinde gidiyordu. Kurtulmak için ölüm tüccarlarının peşine takılmayacaktı. Yalanların arasına gömülmeyecekti. Korkunç bir gaddarlığın parçası olmayacaktı. Bebeklere, çocuklara, kadınlara, gençlere, hiçbir insana zarar vermeyecekti.

Ölmek üzereydi. Sımsıkı kapalı yumruğunu açtı. Beklenmedik ziyaretçisiyle son ve ölümcül konuşmasını yapmak için çalıştığı atölyenin kapısından çıkarken yağlı avucunu temizlemiş olduğu kâğıt mendil rüzgârla sürüklendi. Nereye gideceğini bilmeyen bir kuş gibi çevresinde uçtu, dönüp durdu.

4. Mehmet Arat, Met'in Teni (Tam Metin), https://www.facebook.com/mehmetarat2000X/photos/a.1699836773463930/2440330026081264/?type=3&theater, http://www.sanatlog.com/edebiyat/metin-teni-tam-metin/

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder