İki bin on iki yılı, benim yeni bir dünyada yaşamaya başladığım
yıldı. Nasıl olduysa, yazılmamış bir öykümden kaçan Selim de
aynı zamanda geldi, Sima'yı buldu, öyküler yazmaya başladı.
Yılı, "Yılın Son Günü" öyküsüyle bitirdi. (1)
Aradan yıllar geçti. Selim yazdığı öykülerin çoğunu bir
yerde toplamıştı. Ama küçük öyküleri dağınıktı. Annesiyle
ilgili bir öykü yazdığını biliyordum. (2) Onu bulmam zor
olmadı. Diğerleri içinse biraz uğraşmam gerekti.
Derleyebildiklerimi bir araya getirmek istedim. "Selim'in Küçük
Öyküleri" böyle ortaya çıktı.
Bu zor ve gittikçe ağırlaşan koşullarda yeni bir yıla girerken,
Sanatlog okurlarının da Selim'de kendilerine dost sesler bulmasını
umarak, Selim'in Küçük Öyküleri'ni paylaşmak istedim.
....
Selim'in
yazdığı ilk küçük öykünün hangisi olduğunu bilmiyorum. Ama
onun yüreğinden kopup gelen ne varsa, hepsinin esinlerini
perilerden aldığına ben de inanıyorum. Bu yüzden attığı ilk
adım, yazdığı ilk satırlar, çağlar öncesinden gelen o büyülü
dokuz peri olmalı. (3)
Sonrasında
yazdıkları biraz dağınıktı, ben de pek fazla yoğunlaşamadım.
Olabildiğince bulmaya, toplamaya, düzenlemeye çalıştım.
Bazılarına kolay ulaştım, birkaçınıysa epey aramam gerekti.
Pek bir değişiklik yapmadım, yapamadım. Elime geçtiği sırayla
aktardım. Kuşkusuz sağda solda gizlenmiş, bulunmayı bekleyen
başka küçük öyküleri de olabilir. Örneğin, hiç istemediği
bir durumda kaldıktan sonra yazdığını sandığım şu söz, son
anda karşıma çıktı:
YOK OLUŞ
Geçen
hafta birisi beni öldürdü. Katilimi bulmak için tutabileceğim
bir sanal detektif var mıydı, bilmiyorum ama insanların topluca
katledildikleri bir dünyada kendi yok oluşumla uğraşmayı
gereksiz buldum. (4)
Belki
kendisi öyle düşünmemişti ama yazdıkları pek acı bir deneyimi
yansıtan bir öykü gibi geldi bana. Aslında bu notu ilk bulduğumda
hemen ona gitmek, konuşmak, hem onu rahatlatmak, hem de kendim rahat
bir soluk almak istemiştim. Olmadı. O sıralar yine çok yoğundum.
Yirmi birinci yüzyılın sistemin bir parçası olma ayrıcalığını
elde etmiş bireylerinden birinin, kendisine ve yakınlarına
ayıracak yeterli zamanı bulması beklenebilir mi?
Bunu
da bir öykü olarak mı yazmıştı acaba?
Bilmiyorum.
Ama Selim'in bulabildiğim tüm yazı parçalarına Selim'in
Öyküleri'nde yer vermeye karar verdim. (5)
....
SELİM'İN
KÜÇÜK ÖYKÜLERİ
UZAKLARDAKİ ATEŞ
Uzaklarda
bir ateş yanıyordu. Herkes biliyordu ki günün birinde sönecekti.
Yine de o kaçınılmaz sona dek onun içlerini ısıtmasını,
çiçeklerin güzelliğini yumuşak bir ışıkla boyamasını
istiyorlar, bu küçük sevinçlerde büyük mutluluklar
buluyorlardı.
SAĞDAN SOLDAN
Bugün
ne yaşarsam, nelere tanık olursam, hepsini ve bendeki tüm
izlerini.
Küçücük
bir öyküde toplayabilir miyim?
Sağdan,
soldan, yukarıdan aşağıdan, önümden ve arkamdan, geçmişten ve
gelecekten, ortadan bir günde. Bir merkez bulabilir miyim?
Yaşananları
olduğu gibi, özgürce görebilir miyim? Yoksa artık yalnızca ve
yalnızca uçlarda güçlenip aynı yalanları söyleyenlerin mi sesi
duyulacak? Merkez silindi mi? Ortalar yok mu oldu? Artık yeniden ya
efendi ya köle olmak mı gerekiyor? Özgür yaşamın sonu mu geldi?
Bir
çıkış yolu bulabilir miyim? Başlangıcına kimi çağırabilirim?
Merkezde çevreye bir çember çizebilir miyiz?
Bir
halkanın sonu neresidir? O sonu hangi medya yazar?
SÖZ BÜYÜSÜ
Bir
gücü var mıydı acaba sanatın? Sanatın? Bir gücü?
Sesler
ve imgeler, hepsi ve her biri bir simge miydi? Görüntü ve sesler,
imge ve simgeler, büyüleri...
Sanatın
gücü, görüntü mü ses mi, imge mi simge mi, yoksa yalnızca ve
bir tek gizli bir büyü müydü?
Hepsi
birleşip coşunca ve coşkuyla yükselince yeni bir ışık mı
oluyordu?
Sözün
büyüsü müydü bu?
Tüm
sesler ve ışıklar, renkler ve tonlar, görünmeyen ve
hissedilmeyen tüm izler.
Hangi
sözü söylüyordu?
ANAHTARLAR
Söylenecek
sözler bitmişti. Yeni bir başlangıç yapmak gerekiyordu.
Gidilecek
yer belirsizdi. Nasıl ve ne zaman olacağı bulutlu karanlıkların
ardına gizlenmişti.
Söz
sustu. Resim, heykel, karikatür, müzik ve edebiyat sessizliğe
gömüldü. Sanki gidecek hiçbir yer kalmamıştı.
Sonra
öyküler konuştu. Havada anahtarlar uçuştu. Doğanın ve yaşamın
sesini duymak, duyurmak isteyenlere ulaştı. Resim olup tuvallerden
gözlere, şarkı olup duyabilen yüreklere, ses olup düşünen
vicdanlara taşındılar.
Anahtar
öyküler bu dünyadan geçmiş milyarlarca insanın iziydi.
Yeni
bir dil oldular.
YEŞİL İLE KIZIL
Yeşil
ormanın, kızıl güneşin rengiydi.
Güneş
milyarlarca yıldır parlıyordu. Orman? O kadar değil.
Kara,
uzayın boşluğuydu.
Kızıl
ile kara çatıştı. İnsanlar renkleri paylaştılar.
Paylaşamadılar.
Kara,
insanların kör inançlarıydı. Kızıl, güçtü, yönetmekti,
kazanmaktı. Yüzyıllar geçti. Çağlar açıldı, kapandı. Bir
tren küçük bir adadan yola çıktı. Dünyayı dolaşıp her yana
ulaştı. Sonra mavi gezegen hızla kapanmaya, ışıkları örtülmeye
başladı.
Kör
inançların rengi değişti, yeşil oldu. Gücün rengi değişti.
Yeşil oldu. Güçler çatıştılar. Çıkarlar korundular ve yok
ettiler. İnsanlar büyük yokedişin aşamalarına adlar taktılar.
"Bu kölecilik, bu feodalizm, bu kapitalizm, bu emperyalizm, bu
sosyalizm, bu küreselleşme, bu yeni dünya düzeni" dediler.
Doğanın
ve ona tutunmak isteyen insanın acıları değişmedi. Ürkek ve
çaresiz, çevrelerine bakındılar. Denizlerin maviliğini,
ormanların yeşilini, karların ve bulutların beyazlığını,
toprağın kokusunu yeniden bulabilmek, hissetmek istediler.
Bayraklardaki
renklere, yeşillere, kızıllara, karalara baktılar.
Hangi
bayrak güneşin parlattığı bulutların renginin gücüne
ulaşabilirdi? Dünyayı kaplayan büyük denizin maviliğine? Yüksek
dağları örten karların beyazlığına? Göğe uzanan ağaçların
yeşiline? Uzak yıldızların derin karanlıktaki ışıltılarının
inceliğine?
Yeryüzündeki
yeşilin, kızılın, siyahın ve uydurulan diğer tüm renklerin
değerini, ancak kendi değersiz paraları ölçebilirdi.
KEDİ DİLİ
Dil,
duyguları düşünceleri ve gerçekleri mi anlatır?
Yazılanlar
ve söylenenler nereden gelir? Algılananlar nasıl bulunur?
Kedi
dili, basın dili, yılan dili. Hangisi en doğruyu en güçlü
anlatır, en büyük etkiyi yapar, umut olur, yaşama sevinci verir?
Dayanılmaz
gerçekleri hangi dil anlatabilir?
BUZDAĞININ SONU
Buraya
nasıl geldiğini kimse bilmiyordu. Gelmişlerdi işte.
Ne
kadardır burada yaşadığını kimse bilmiyordu. Yaşıyorlardı
işte.
Niçin
başkalarına bu kadar uzak ve farklı olduğunu hiçbiri bilmiyordu.
Uzaktılar, farklıydılar, birbirlerini sevmiyorlardı işte.
Yaşam
sıkıcı ve yorucu, katlanması zor bir işti. Küçücük bir
alanda, kendi güçlerine güvenerek yaşamak zorundaydılar.
Sıkıntı
çekmiyorlardı. Üzerinde yaşadıkları küçücük buzdağı her
istediklerini veriyordu.
Ama
paylaşmayı bilmiyorlar, birbirlerini sevmiyorlar, hiç
anlaşamıyorlardı. Buzdağının cömertçe verdiklerini bölüşürken
çoğu kez çatışıyorlardı. Küçük sorunlar büyük savaşlara
neden oluyordu. Küçücük adacıklarında bunca olay yaşanabilmesi
şaşırtıcıydı. Böyle küçük bir yerde böylesine büyük
kavgaların ve yeni kültürlerin ortaya çıkmış olmasına inanmak
zordu.
Buraya
nasıl geldiğini kimse bilmiyordu. Gelmişlerdi işte.
Ama
burada kalamayacaklarını hepsi biliyordu. Umutsuz bir çaresizlikle
başlarına gelecekleri kabul etmişlerdi.
Buzdağının
sonu geliyordu. Erimesi artık kaçınılmazdı. Burada yaşayan bu
küçücük topluluğun sonu da onunla birlikte gelecekti.
Bunu
hatırladıkları anda, karşı tarafa daha büyük bir öfkeyle
saldırarak kendilerini unutmaya çalışıyorlardı.
ŞANS
Yazmak
onun için hep çok önemli olmuştu.
Yazmış,
yazdıklarını beğendikçe mutlu olmuş, yeniden, daha çok
yazmıştı.
Ama
bir gün yazmış oldukları çok ağırlaşmış, yazamadıklarıyla
birlikte onu da ezmeye başlamıştı. Yazdıklarından kurtulması
gerekiyordu.
Yayınevlerinin
peşine düştü. Tatlı düşü karabasana dönüşmüştü. Kapının
her kapanışında varlığı biraz daha eksildi. Tükeniyordu,
ölüyordu. Sonunda şans yüzüne güldü. Başarıyı hızla tattı.
Kitabı artık her yerdeydi. Sevinç içinde kendini sokağa,
caddelere, insanların arasına attı. Yaşama gücünü yeniden
bulmuştu.
Bu
sırada, karşıdan gelen birinin elinde, tanıdık bir yüz olduğunu
gördü. Dört bir yana yayılmış okurlarından birinin elindeki
kitabının arkasındaki fotoğrafıydı bu. Sevinç içinde ve
gururla yürümeye başladığında okurunun da onu gördüğünü
anladı.
Bir
patlama sesiyle yere yıkılırken duyduğu son ses, hiç tanımadığı
birinin elindeki silahtan çıkmıştı.
TOPRAĞIN ÖCÜ
"Ey
bu topraklar için toprağa düşmüş asker."
Cansız
bedeni toprakta kıpırdadı. Ne kadardır buradaydı? Yukarıda,
bulutların üzerinde dalgalanan kırmızılı kumaş parçasına
baktı.
"Bayrakları
bayrak yapan üstündeki kandır."
Toprağın
altında tohumdan çok, kendisi gibi erken girmiş arkadaşı
olduğunu düşündü.
"Toprak
uğrunda ölen varsa vatandır."
Gömüldüğü
karanlıktan vatanı görmeye çalıştı. Çiftlikleri, dev üretim
ve tüketim merkezlerini, beton blokların soğukluğuyla yükselmiş
ölü yaşam alanlarını seçebildi.
"Bunlar
için mi girdik toprağın altına?" diye sordu.
Bir
fısıltı duyuldu. "Demek sonunda anladın kimin dost
olduğunu."
Bir
kıpırtı oldu. Biraz daha derine indi. Bir gürültü, çatlama
sesleri duyuldu.
Taş
taş üstünde kalmıyor, hep birlikte toprağa karışıyor,
ufalanıp aynılaşıyorlardı.
"Benim
sadık yarim kara topraktır."
Son
seslerin ardından bu sözlerle başladı büyük sessizlik.
GÜZEL BİR SON
Patlayıp
ölmek için yaratıldığımı ne zaman anlamıştım? Bilmiyorum.
Neredeydim,
kiminle ve kimlerleydim, o andan sonra neler yaşamıştım, başımdan
neler geçmişti ve neleri hiç yaşayamamıştım? Bilmiyordum.
Beni
ve benimle birlikte tüm izleri yok edecek büyük patlamanın
gelmesini önleyebilir miydim? Bilmiyordum.
Bu
patlama varlığını bilmediğim ve ulaşamadığım bir
bilinçaltında yaşadığımız evrenin başlangıcı olarak
inanılan, görülen ya da ispatlanan büyük bir patlamayla ilgili
olabilir miydi? Bilmiyordum.
Yalnızca
acı çekmeyeceğimi, değersiz geçmişimin ve tüm acılarımın
bir anda silineceğini, sonra yeniden ve bambaşka biri olarak
yepyeni ve güzel bir dünyada doğacağımı düşünüyordum. Buna
inanıyordum.
Yaşadığım
yıllarda görüp tanık olduğum hiçbir gerçeğe inanmadığım
kadar.
Böyle
güzel, böyle inanılmaz bir sonu benden kim çalabilirdi?
Annelerinin kucağında ağlayan bebekler, sevgilisine sarılmış
kızlar, babalarıyla balık tutan gençler mi?
Son
anda göz göze geldiğimiz, "Niçin daha önce görmedim böyle
bakan birini?" diye aklımdan geçirdiğim güzel yüz bile beni
durdurmayı başaramadı.
DİŞI
En
doğru düşüncenin, en haklı inanışın, en yüce değerlerin
kendilerinde, yalnız kendi köklerinden gelip aynı inancı en
sorgulamaz biçimde benimseyen bu harekette olduğuna inanıyorlardı.
Kör
bağlılıkları onlara güç verdi. Büyüdüler, geliştiler,
çoğaldılar, yayıldılar, yaşadıkları toprakları kapladılar,
kendileri dışındakilere korku saldılar, diğer yaşam izlerini
neredeyse tümüyle sildiler.
Bir
gün daha kör ve saldırgan bir inançla karşılaşınca hiç
şaşırmadılar, kendilerine katılmamış birkaç kişiye "Bakın
bizden kötüsü de var, sizi onlardan korumak için buradayız"
dediler.
Önce
bu DİŞİ'nin ne olduğunu anlamadılar, korunabileceklerini ve
kendilerine bağlayabileceklerini sandılar. Oysa DİŞİ'nin gücü
hızla arttı. Onlara yöneldi, üstlerine geldi.
Kör
inançlarına karşın korktular. Bu yeni örgüt onları, yalnız
onları hedef alıyordu. DİŞI, "Değersiz İnançların
Şuursuz Irmağı".
İKİ KADIN
Bugün
iki kadın gördüm.
Konuşuyorlardı.
Birinin
başı örtülü, diğerinin açıktı.
Biri
genç, biri yaşlıydı.
Genç
görüyor, yaşlı görmüyordu.
Genç
kaygılı, yaşlı mutluydu. Gencin yüzü kararmış, yaşlınınki
aydınlıktı.
Konuşuyorlardı,
konuşurken gülüyorlardı.
Yaşam
geçmiş miydi, bugün müydü, gelecek miydi?
Yollarımız
ayrıldı. Üç ayrı dünyaya döndük.
KARABASAN
"Uyandım.
Karanlığı fark ettim önce. Sonra yanımda olmadığını. Sonra
hiçbir zaman yanımda olmamış olduğunu. Sonra hiç olmadığını.
Uyumaya çalıştım. Olmadı. Uyanmaya çalıştım. Olmadı. Uyanık
bir kâbusun içindeydim. Dünya bir karabasandı. Yaşamım ölümdü."
Selim
yine ağlıyordu, yine ağlıyordu, yine ağlıyordu.
"Geçmişim
yok, geleceğim yok, ben yokum."
Vicdansız
bir toplumun vicdanı olunabilir miydi?
Yaşananlara
inanamıyor, olup bitenlere kahroluyordu. Dayanamıyor, çaresizlikten
ölüyordu. Çocukların gözyaşlarını yüreğinde hissediyordu.
Ölümler birer kor gibi içini yakıyordu.
"Büyümeyi
öğrenemedim. Büyümeye katlanamadım. Büyüyerek yaşayamadım."
Selim
ağlıyordu. Birdenbire radyoda başlayan çocuk şarkısına
dayanamamıştı, içinde biriken ne varsa gözlerinden akmaya
başlamıştı.
"Keşke
gücüm olsaydı" dedi. Tekrarladı, "keşke gücüm
olsaydı." Tekrarladı, tekrarladı, haykırdı.
Yine
sözcüklere sığındı.
İNSANLAR İYİ
Sokakta
dolaşırken gördüğüm yüzlere bakıyorum, kimi üzgün, kimi
neşeli; acılı, kaygılı, umutlu, coşkulu, iyimser, kuşkulu,
karamsar ve kimi sözlerle anlatılamayacak kadar karmaşık duygular
içinde yüzlerce, binlerce, on binlerce insan. Bu toprakların güzel
insanları.
Bir
insan yaşamı boyunca kaç yüz görür? Kaç yüzü gerçekten
tanır? Kaçına inanıp bağlanır, peşinden gider? Kaçıyla tüm
bir yaşamı birlikte geçirmeyi düşünür, bunu gerçekten ister,
çok ister, ölesiye ister, öldüresiye ister?
İnsanlar
iyi.
Yaşamaya,
kendilerinin ve sevdiklerinin bugünlerini, yarınlarını korumaya
çalışıyorlar. Yalnızken kimse bir başkasına zarar vermeyi
düşünmüyor. Yalnızca kendilerine sığınıp güven duyacakları
bir alan bulmak, doğanın verdiği tatları yaşamak, rahat etmek,
mutlu olmak istiyorlar.
İnsanlar
iyi.
Peki
tüm bu kötülükleri kim yapıyor? Kim bebeklerin üzerinden tankla
geçmeyi, çocuklara tecavüz etmeyi düşünecek kadar acımasız
olabilir? Kim insanları yakmakta, kafalarını kesmekte, onlara
işkence etmekte, çıplak bedenleri canlıyken ve öldürdükten
sonra sürükleyip teşhir etmekte sakınca görmeyebilir? Kim, suçlu
suçsuz haklı haksız genç yaşlı bebek çocuk kadın erkek dost
düşman, kim olduklarını ve geride kimlerde ne acılar
bırakacaklarını aklına bile getirmeden insanları topluca
öldürebilir? Kim insanları yaşadıkları topraklardan, tüm
canlıları dünyadaki yaşam alanlarından uzaklaştırıp
bilinmeyen bir karanlığa göndermeyi göze alabilir?
İnsanlar
iyi.
Peki
tüm bu kötülükleri kim yapıyor?
....
Selim
uzun süredir yaşarken, gazete okurken, televizyon izlerken, haber
ve yorumlara bakarken büyük, dayanılmaz bir acı çekiyordu.
Gördüklerine inanamıyordu. Tüm bunlar, hele böyle bir çağda,
insanlığın geçmişte büyük acılar çekerek ulaşabildiği 21.
yüzyılda nasıl yaşanabiliyordu?
Kendini
inandırmak ister gibi mırıldandı. İnsanlar iyi. Tekrarladı.
İnsanlar iyi. İnsanlar iyi. Bağırdı. İnsanlar iyi. İnsanlar
iyi. İnsanlar iyi. Daha çok bağırdı. İnsanlar iyi. Susmadan,
ara vermeden, sesi kısılana kadar bağırdı.
KÂĞIT
MENDİL
(Selim'in
küçük öykülerinden biri, nasıl olduysa, Sanatlog'daki
yazılardan birine (6) girmiş. Son öykü de o olsun.)
Kâğıt Mendil
Yaşamı
boyunca hep kaçmıştı, son anlarında yine kaçmaya çalışmıştı.
Güvenebileceği, sığınabileceği, saklanabileceği tek bir kapı
bulamamıştı. Gençliğini çocukluğunda yitirmiş, düşünebildiği
en büyük yaşın yorgunluğuyla on yedisinde gidiyordu. Kurtulmak
için ölüm tüccarlarının peşine takılmayacaktı. Yalanların
arasına gömülmeyecekti. Korkunç bir gaddarlığın parçası
olmayacaktı. Bebeklere, çocuklara, kadınlara, gençlere, hiçbir
insana zarar vermeyecekti.
Ölmek
üzereydi. Sımsıkı kapalı yumruğunu açtı. Beklenmedik
ziyaretçisiyle son ve ölümcül konuşmasını yapmak için
çalıştığı atölyenin kapısından çıkarken yağlı avucunu
temizlemiş olduğu kâğıt mendil rüzgârla sürüklendi. Nereye
gideceğini bilmeyen bir kuş gibi çevresinde uçtu, dönüp durdu.
4.
Mehmet Arat, Met'in Teni (Tam Metin), https://www.facebook.com/mehmetarat2000X/photos/a.1699836773463930/2440330026081264/?type=3&theater,
http://www.sanatlog.com/edebiyat/metin-teni-tam-metin/
5.
Mehmet Arat, Selim'in Öyküleri, https://www.facebook.com/mehmetarat2000X/photos/a.2055672671213670/2055672781213659/?type=3&theater, https://www.facebook.com/pg/mehmetarat2000X/photos/?tab=album&album, https://www.facebook.com/mehmetarat2000X/photos/a.2055672671213670/2055672781213659/?type=3&theater, https://www.facebook.com/pg/mehmetarat2000X/photos/?tab=album&album_id=2055672671213670, http://seliminoykuleri.blogspot.com
6.
Mehmet Arat, İpekli Mendil'den Kâğıt Mendil'e,
https://www.facebook.com/mehmetarat2000X/photos/ms.c.eJw1yrENACAMA8GNUOIYm~_y~;GAJB88XpgbmqRFpZPT1woXFBfsAAiXX6AMloysgP8jkicgPU5BD3.bps.a.1699836773463930/2258336447613957/?type=3&theater, https://www.facebook.com/mehmetarat2000X/photos/a.1699836773463930/2258336447613957/?type=3&theater, http://www.sanatlog.com/edebiyat/ipekli-mendilden-kagit-mendile/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder